EDEBİYAT ETKİNLİĞİ: Ayfer Tunç ve Murat Gülsoy ile Diyaloglar - "Oyunbazlar ve Oyunbozanlar"


Ayfer Tunç ve Murat Gülsoy, önceleri radyoda edebiyat sohbetleri yapan Can Yayınları'nın değerli yazarlarından. Radyo sohbetlerinin sonrasında, yayınevinin diğer yazarı Yekta Kopan ile birlikte, unutulmaz Ubor Metenga etkinlikleri gerçekleştirmişlerdi. Ubor Metenga etkinliklerinin sona ermesinden sonra "Keşke yeni bir edebiyat etkinliği olsa" diye düşündüğümüz uzun bir dönemin sonrasında "Diyaloglar" ile karşımıza çıktılar. Geçtiğimiz sezonda ilk buluşması gerçekleşen etkinlik serisinin ikincisi 30.09.2013'te, Avrupa Pasajı'ndaki özel mekân Aynalıgeçit'teydi.



"Oyunbozanlar ve Oyunbazlar" başlığı altında nelerin konuşulabileceğini tahmin etmeye çalışarak beklemeye başladım. Edebiyatta yabancılaştırma, üst kurmaca tekniklerini ve deneysel edebiyat türlerini de içeren bir söyleşi gerçekleşti.

Yaşam bir oyun mu?

Söyleşi, Sheakspeare'in insanlığın yedi çağını anlattığı en bilinen alıntılarından birisi ile başladı:

  "Bütün dünya bir sahnedir/ve bütün erkekler ve kadınlar/sadece birer oyuncu"  
("Nasıl Hoşunuza Giderse Öyle" isimli oyunundan.) 

Murat Gülsoy, insan yaşamının evrelerinin bir süreklilik ve dolayısıyla monotonluk içerdiğini ve tekrarın kendisinde bir oyunsuluk olduğunu belirtti. Oyunda da bir kurallılık. Kuralı ihlal eden ise oyunbozan yani aslında sanatçı.

Oyunun iki özelliği

Tunç, oyunun ya kuralının ya da yönteminin olduğuna işaret ederek, hem Sheakspeare'in anlattığı insanlığın yedi evresinde hem de Norveç Heykeller Parkı'nda anlatılmak istenen şekliyle oyunun kuralının mevcut olduğu kabulünün, kural olanın ne olduğu ve kurak koyanın kim olduğu sorularına bizi yönelttiğini ifade etti. Buradan da aslında sonradan anlatılacak olan, oyunbozanın varoluş hakkında düşünmesi ile bağlantılı kurulabilir.

Sanat ve oyun


Ressam Pieter Bruegel'in  "Çocukların Oyunları" isimli yukarıdaki tablosundan hareketle, Friedrich Schiller'in "İnsan oyun oynadığında ancak bir insan olur." alıntısına yer veren Murat Gülsoy, insanı insan yapanı oyun olarak kabul ettiğimizde bir temsilin de varlığını kabul etmek gerektiğini, bu sebeple müzikte ve tiyatroda olduğu gibi, sanatın kökeninde oyunun olduğunu vurguladı.

Kültür ve oyun

Johan Huizinga'nın önemli eseri Homo Ludens'te oyunun tüm kültür olduğunun kabul edildiği, kültürün baştan itibaren oynanan bir oyun olduğu dikkate alındığında, tüm toplumsallığın altında yatanın oyun kabul edildiği anlaşılmaktadır. Böylelikle ekonomi  ve hukuk gibi alanlarda da bir oyunun süregeldiğinin ifade edildiği anlaşılmaktadır. Huizinga, yargılamanın bir oyun olduğu kabulünü, "kazanma ve kaybetme" olgularını içermesine bağlıyor. Sadece oyun değil, yarış, yenme arzusu da bu kapsam içerisinde. Hukuki ilişkilerin de tıpkı satranç ve futbol gibi oyun olduğunu kabul etmek kolay değil. Ayfer Tunç, oyunun bizim zihnimizde eğlendiren; sonunda kazanmanın veya kaybetmenin aslında pek de önemli olmadığı bir şey olduğundan bu algı ile oynayan oyunlar ile hukuki ilişkilerin oyun olduğunun kabulü ile oynanan oyunların vehametini anlamanın pek de mümkün olmadığını belirtiyor.

Oyun ve edebiyat: Don Kişot

Edebiyata geldiğimizde Don Quijote/Don Kişot'un ikinci cildinin başlarından bir sahne alıntılanıyor ve Murat Gülsoy anlatmaya başlıyor. Yazar, eski şövalye hikâyelerini okuyarak kendini şövalye gibi hayal eder, gerçekliği kaybeder. Yanında da Sancho Panza vardır. Aslında yazarın yaptığı, tüm şövalye hikâyeleri ile dalga geçmek. Kitabın ilk cildi çıktığında, beklenenin çok üzerinde bir satış rakamı elde edilince, yazar kitabın ikinci cildinde kendini anlatıyor, oyun oynuyor. Ciddi olan, şövalyelerin hikâyeleri değil, roman kurmak. Kurmacanın kurmaca olduğunun farkına varmak. Romanda yazar, enteresan bölümlerde sahneyi kesiyor; sanki hatalı gibi bırakıyor, ama bunu bilerek yapıyor. Kitabın en önemli yanı: Don Kişotluk, kendisi olabilmek. Kendi kendisini konu edinen, kendi kendisi üzerine düşünebilmesi; sanatın kendi kendisini konu edinen bir tür hâline gelmesi. Hem gerçekmiş gibi yapacak, hem de mış gibi yaparken, aslında bu bizim okur olarak sanat ile karşılaştığımız an başlıyor.- biz onun okuru/izleyicisi olmayı kabul etmiyorsak o kitabın ya da tiyatro oyununun içerisine giremiyoruz. Bu da başta Luizinga'nın dediği ile bağlantı kuruyor, biz okur olarak o romanı okumaya başlarken o romanın oyun olduğunu kabul ederek okumaya başlıyoruz. Böyle bir sözleşme yaparak başlıyoruz okumaya. Herhangi bir kitap için bu sözleşme geçerli.

Ayfer Tunç, Don Kişot'un 1601 yılında yayımlanması ile roman sanatını kuran ilk edebi roman olarak kabul ediyor. Kendi kendini konu edinmesi en belirgin özelliği. Fakat böyle başlayan bir sanat olan romanın, daha sonradan kendi kendini konu edinen romanların beğenilmemesini anlayamadığını belirtiyor. Roman sanatında artık "çarpıtılmış gerçeklikten düzeltilmiş gerçekliğe dönüş (ayna teorisi)" dikkate alındığında, aynadaki çarpık görüntünün düzeltildiğini ve topluma ne olduğunun, toplumun gerçekliğinin basit şekliyle anlatıldığı, tüm unsurlarıyla gerçekliğin ortaya konduğu ifade ediliyor. Ama bu usul sıkıcı, tarihte "oyunbozanlar" ortaya çıkarak bu usulü bozmayı deniyorlar ve karşımıza bambaşka bir şey çıkıyor. Başka bir deyişle, sanatın evrilmesiyle gerçeklik tekrar bozuluyor ve oyunbozanlar yani sanatçılar tekrar ortaya çıkıyor. sanat olması için, yapıtın mevcutlardan çok daha üstün bir nitelik kazanması gerekiyor. 

Murat Gülsoy, müzikten örnek veriyor. Müzikte tekrar eden algıyı algılama ihtiyacı, oyunun kuralını bilmek, nasıl bakacağımızı bilmek lazım; başka türlü oyunun içerisine girilemiyor. Tiyatroda ise temsil özelliği söz konusu. Sahneleme usulünden yazılı metne geçiş, tarihsel değişimi getiriyor. Don Kişot'ta romanın içerisinde Don Kişot'un Don Kişot'u okuması, başka bir deyişle "oyun içerisinde oyun" neden rahatsız ediyor okuru? Çünkü oyun içerisinde oyun olduğunu kabullenmek, insanın kendisinin de kurgu olabileceğini gösteriyor. Tunç, bu noktada sinemadan örnek veriyor. Sinemada da filmin mutfağını görmenin seyircinin hoşuna gitmediğinden, bunun kabullenildiği bir alan olarak edebiyatın diğer sanat dallarından ayrıldığına işaret ediyor. Gülsoy, okurun kandırılmayı, etkilenmeyi istemeyi seçtiğini hatırlatıyor. Brecht'in "yabancılaştırma etkisi" olarak ifade ettiği tam da bu. Kralı oynayan oyuncunun pabucunun delik olduğunu göstermek. Bu sebeple bu tür tiyatro, devrimci tiyatro olarak adlandırılıyor. Tiyatroda oyuncuların oyuncu, romanda roman kahramanlarının gerçek kahraman olmadıklarını göstermek insanların kafalarını karıştırıyor.

Oyunbazlardan örnekler


Güzel bir edebi oyun olarak Tunç,  tarafından nitelendiren bu oyunda da oyun içerisinde oyun özellikleri mevcut. Ama bu özellik, bir şeye hizmet ettiğinde anlam kazanıyor; bunun hayatı parçalayan bir şey olduğunu düşünüyor: 

"Biz bir tek zincir miyiz yoksa zincirin herhangi bir halkası mıyız?"

Bu soru önemli, çünkü yedi evreyi yaşayıp sıramızı savacaksak hiç bir değerimiz yok gibi anlaşılıyor. Ama oyunlu metinler hem kendisi hem de zincir üzerine düşündürüyor. Hem temsil hem de zincirden koparılan halka önem kazanıyor. Bu eserler Varoluş Felsefesi ile alakalı.

(Özel bir not: Hem Tunç hem de Gülsoy, bu oyundan etkilenerek birer öykü yazmışlar. Kırmızı Azap ve Yazarın Belleği. İkisi de o dönemde birbirlerini tanımıyorlar.)


Gülsoy'a göre realist edebiyatın bazı sorunları var. Sorgulamadan yeniden üretiyor. Oysa oyunbozan yazarlar farklı, varoluşu sorguluyor. Örneğin Fransız Teğmen'in Kadını 1867 yılında geçiyor. Fakat Fowles romanı 1967 yılında yazıyor ve bu tarih farklılığını romanın içerisinde sık sık okuruna hatırlatıyor. Fowles aslında, yazılamayacak bir şeyi yaptığını vurguluyor, yüz sene öncesini yazıyorum diyor. Örneğin "Charles televizyon olmadığı için saat dokuzda yatağına yattı diyor." O ayrıntıları vermese tam bir tarihsel roman olacak onikinci, on üçüncü bölüme dek. O bölüme gelindiğinde ise, hikâyenin gerçek olmadığını hatırlatıyor. Fowles, Alain Robbe-Grillet ve Roland Barthes çağından bir yazar... Fransız Teğmen'in Kadını ise tam bir postmodern roman.


Ayfer Tunç, Taner'in bu eserini oyun olarak başarısız bulmakla birlikte, metin olarak Türk edebiyatında post modern romanın iyi bir örneği olarak değerlendiriyor. Çalışkur Apartmanı, ahlaksızlığın kol gezdiği bir apartman. Roman karakterleri, romanın hikâyesiyle anlatılıyor ve ardından kitabın ikinci bölümünde bazı eleştiriler var. Her biri farklı yerlerden okur yorumları. Bu yorumlarda metnin beğenilmeyen yanlarına yer veriliyor. Kitabın üçüncü bölümünde ise, metnin okur yorumları doğrultusunda değiştirilmiş hâli, metnin ilk hâli ile karşılaştırmalı olarak veriliyor. Apartmandaki ahlaksızlıkların tamamının ahlaklı olarak düzeltilmiş hâli yeni metinde yer alıyor. Yazarın bakışının düzeltilmesi ile düzgün bir metin ortaya çıkıyor. Burada "yabancılaşma" teması hakim. Zaten Haldun Taner'in tiyatrosunun adı da "Devekuşu Kabare". Anlamı, "görmemek, halının altına süpürmek." Ayışığında Çalışkur'da sadece ahlakı tersyüz etmek değil; edebiyatçının nelere hizmet ettiği gerçeği de gözler önüne seriliyor. Bu şekilde gerçekte de senaryosunun benzer şekilde düzeltilmeden senaryonun onay alamayacağı uyarısının ileri sürülmesi söz konusu olmuş olabilir. 


Murat Gülsoy'a göre, eserlerinin ilk yayımlanmaya başladığı 1970'lerde insanlar Oğuz Atay'ı insanlar sevmediler. Oysa onun yaptığı yabancılaştırmanın etkilerini kullanmak. O da aslında hep oyun oynandığına inananlardan. Aslında, Atay'ın yaptığı eleştiriler sol aydın kesime yöneltilmiş eleştiriler. Örneğin az gelişmişlik, doğu-batı, kadın meseleleri. Bu sebeple Atay metinleri günümüzde de güncelliğini koruyor. Atay'a karşı geliştirilen en önemli eleştiri "insansız bir edebiyat" yapıyor olduğuna ilişkindi. Oysa Atay'ın metinlerinde olmayan insan türü "iyi insan"dı sadece. Çünkü o bir oyunbozandı.

Ayfer Tunç'a göre, Leylâ Erbil de oyunbozan bir yazardı. Özellikle "Hallaç" isimli kitabı buna örnektir. 1950'lerde başladı ve 1970'lerde bir yerlere geldi. Fakat Atay'ın ömrü yetmedi. 1977'ler, ideoloji dışında hiçbir fikrin değer görmediği bir dönemdi. Bu noktada Tunç, yazarının adını hatırlamadığı bir cümleyi söylüyor:

"Her büyük kayıpta küçük bir kazanç vardır."

Kendisi açısından bu söz onun 12 Eylül dönemi sonrasında kendi içine dönebilmesini ve böylelikle daha doğru bir edebiyat anlayışına yönelebilmesini mümkün kılıyor. Lise son öğrencisiyken 12 Eylül dönemini yaşıyor ve üniversite ikinci sınıftayken Oğuz Atay ile tanışıyor.

Murat Gülsoy'a göre Oğuz Atay, temelden Cumhuriyet eleştirisi de yapıyor. O dönemin gerekleri sebebi ile belki de satır aralarına gömmek zorunda kalarak bunu yapıyor. Dille de oynuyor. Tüm gerçekliği sarsan bir eser olan Tehlikeli Oyunlar'da yazar daha önsözden okuyucuyu uyarıyor, bir oyun içerisinde oyun okuyacağı için ne kadar şanslı olduğunu hatırlatıyor.


Ayfer Tunç'a göre Perec, edebiyatta hep oyun ve yenilik bulmak arayışında. Dümdüz gösteren yapıya baştan itibaren değer vermiyor. "Kayboluş", "e" harfi kullanılmadan yazılan bir roman fakat, roman ilk yayımlandığında bu özelliği fark edilmemiş bile. Bu sebeple yazarın kendisi bu özelliğini söylemek durumunda kalmış. Kitabın tercümesi Cemal Yardımcı tarafından yapılmış fakat yöneltilen eleştirilere rağmen Tunç, çevirinin çok değerli olduğunu belirtiyor.

(6) Diğer örnekler:


Ayfer Tunç'un da belirttiği gibi, oyunbozmak iyi yapıldığında keyif veriyor fakat iyi yapılmadığında da kötü oluyor. Bu yeteneği edebi haz ile birleştirmedikçe, yapılan iş sadece zanaatkârlık olur. Oyunbozan eserler hep bir başkaldırı olduğu için mükemmel olmuyor.

Başka örnekler:
Bülent Erkmen - 32 Büst
Bülent Erkmen - Beş Yazar Bir Hikâye
Faruk Ulay'ın Locus Novus isimli websitesinde her bir metinde apayrı bir kurgu var. Normal kağıt sayfasında anlatılamayacak bir mecra.
Oulipo (Edebiyat Potansiyeli Hareketi) yazarları (Örneğin Perec ve Calvino)

Şiirlerden örnekler:

Yorumlar