Güney Koreli Yönetmen Kim Ki-Duk İstanbul’daydı!*

Türkiye-Kore Film Haftası kapsamında İstanbul'a gelen Güney Koreli yönetmen Kim Ki-Duk, İstanbul’da büyük bir ilgiyle karşılandı. Yoğun ilgi karşısında az kalsın ağlayacak gibi olduğunu söylemeye çekinmeyen bu özel adam, şaşırtıcı fakat samimi açıklamalarıyla seyircileri kendisine hayran bıraktı.

Mimar Sinan Üniversitesi Prof. Sami Şekercioğlu Sinema – Tv Merkezi’nin Balmumcu’daki binasına gitmeden önce, mesai saatleri içinde olduğumuz için, büyük bir kalabalık ile karşılaşmayacağımı zannediyordum. Öyle olmadı.

Söyleşi öncesinde, yönetmenin geçen sene Venedik’te Altın Aslan ödülünü kazanan Pieta (2012) isimli filmi gösterildi. Film hakkında düşüncelerimi burada bulabilirsiniz. Filmi tekrar izledikten sonra, heyecanla söyleşiyi beklemeye başladım. 
Film gösterimi sona erdiğinde, içerideki kalabalık daha da arttı. Öyle ki, salonda ayakta duracak bile yer kalmamıştı. Yönetmen sonunda içeriye girdi. Üniversite rektörünün, Kim Ki-Duk’u Akira Kurosawa ile birlikte Uzakdoğu’nun en iyi iki yönetmeninden biri olarak gördüğünü belirttiği konuşmasından sonra, söyleşi başladı.
Söyleşinin başlangıcında, karşılaştığı yoğun ilgi karşısında şaşkınlığını gizlemeye çalışmayan yönetmen, sahneye ilk çıktığında bu sebeple az kalsın ağlayacağını söyledi. Sıcakkanlılığımızdan, yüzyüze bizleri görmekten mutlu olduğundan söz etti. Hatta bir ara oturduğu yerden, tüm salonun fotoğrafını çekti. Hayatında belki de sadece bir kez yapacağı türden bir etkinlik olduğunu da ekledi. (Gerçi tercümanımız Güney Koreli’ydi ve anadilinden Türkçe’ye doğrudan tercüme yapmaya çalışıyordu. Dolayısıyla bazı cümleler eksik ve hatta yanlış tercüme edilmiş olabilir.)
Film çekmeye nasıl başladı?
Yönetmen öncelikle, sinema sektörüne nasıl girdiğini anlatmaya başladı. Bizi şaşırtan ilk açıklaması bu oldu. Bırakın sinema eğitimi almayı; hiç eğitim almadığını, çocukken okula gitmediğini öğrendik. On altı yaşından itibaren bir fabrikada çalışmış beş yıl boyunca. Sonra denizci olarak askerlik yapmış. Askerden sonra da Fransa’ya gitmiş. İki sene boyunca Fransa’dan başlayarak tüm Avrupa’yı gezmiş.
Fransa’ya gittiğinde izlediği iki film ilk izlediği filmlermiş. Yani hayatında ilk defa otuz üç yaşındayken ilk filmini izlemiş! Bu filmler, Antony Hopkins’in baş rölünü üstlendiği Kuzuların Sessizliği (1991) ile Leos Carax’nın Köprüüstü Aşkları (1991). (Leos Carax deyince bu filmi tekrar izlemek istedim.) İki filmi de izlerken şoka girmiş. “Siz benim filmlerimi izlerken nasıl şoka giriyorsanız, ben de öyle şoka girmiştim.” diye ekliyor. (Haksız sayılmaz!) Öyle ki, dünyada yönetmenlik diye de bir meslek olduğunu fark edip ve bu düşünceyle film senaryoları yazmaya başlamış. O dönemde bilgisayar yaygın olmadığından, kağıda yazmış. İki sene boyunca sadece senaryo yazmış. Başka hiçbir şey yapmadan. Bir gün, yazdığı senaryo Kore’nin bir devlet kurumundan ödül kazanmış ve sinema sektörüne bu şekilde adım atmış.
Film çekmenin anlamı
Yönetmene göre film çekmek için en önemli unsur “yaşam”. Ona göre film çekmek, “dünyayı kaydetmek”. Dolayısıyla kendisi için sinema eğitimi, kendi hayatı. Fabrikada çalışırken, askerdeyken, Avrupa’da gezerken yaşadıkları. Yaşarken karşılaştığı tüm insanlar da filmleri için malzeme olmuş.
Film çekmeye başladığı ilk günden bugüne değişmeyen tek şeyin “düşünce”yani “insanın yaşama bakışı” olduğunu; filmlerini çekerken de işte bu bakışı göstermeye çalıştığını söylüyor. Pieta isimli filminde, adı üzerinde, acıyı göstermek istemiş. Ona göre film çekmek: “beyazı göstermek için, siyahı göstermek.” Bu da kolay bir şey değil çünkü filmleri sadece siyahı gösteriyor gibi anlaşılabiliyor. Ama ona göre salonda toplanan bizler, Pieta’daki korkunun ve acının arkasındaki mesajı görebildiğimiz için onun söyleşisine gelmişiz.
Yönetmenin yanında, menajeri olduğunu düşündüğüm bir adam var. Katı bir şekilde üç konuda soru sorabileceğimizi söylüyor. Pieta, yönetmenin festivaldeki diğer filmleri ve yönetmenin tüm filmografisi hakkında. Sorular kısmına geçiliyor. Aşağıda, yönetmenin verdiği cevaplardan  aldığım notları bulabilirsiniz.
Pieta’nın yapım süreci
Pieta’nın senaryosunu iki ayda, ön hazırlığını bir ayda ve çekimlerini ise on günde tamamladığını söylüyor. İlk bakışta kısa gibi görünse de, aslında senaryonun yönetmenin hayata geldiği ilk andan itibaren oluşturduğu düşünceler ışığında yazıldığının altını çiziyor. Aslında işin hayat boyu sürdüğünü, bu sebeple zamanın kısa olarak değerlendirilmemesi gerektiğini söylüyor.
Diyaloglar
Pieta’nın diğer filmlerine nazaran daha çok diyalog içerdiğinden bahseden seyirciye şöyle cevap veriyor: “Konuşmalar olmadan da film yapmak, karakterlerin kendini anlatması mümkündü. Ama Pieta’da sözle açıklanması gereken daha başka şeyler vardı. Ama aslında bunun sebebini pek fazla düşünmedim. Önceki filmlerimde asıl karakterler konuşmuyordu ama çevresindeki karakterler konuşuyordu.  O da bir denemeydi. Örneğin son filmim Moebius’ta hiçbir diyalog yok. Diyalog olarak değerlendirilebilecek üç şey var: 1) gülümsemek, gülmek 2) ağlamak 3) bağırmak. Bana göre en önemli konuşma şekilleri bunlar.” (Güzel haber! Moebius’u Film Ekimi’nde izleyebileceğiz. Buradan bilgi alabilirsiniz.)

Yönetmen nasıl birisi?
Yönetmenle ilgili ikinci en şaşırtıcı not, bazı filmleriyle ilgili sorular sorulduğunda, oldukça basit cevaplar vermesiydi. Örneğin filmlerinden birisiyle ilgili olarak bir sinema öğrencisi, 2001 yılında İtalyan bir gazetecinin filmlerinden birisinin bir sahnesini izleyip bayıldığını hatırlattı ve o sahneyle ilgili bir soru sordu. Yönetmenin cevabı şöyleydi: “On dokuz film çektim, hepsini hatırlamıyorum. Bir gün televizyonda bir filme denk geldim, ilgiyle seyrediyordum, filmin sonunda kendi adımın çıktığını fark edince şaşırdım.” (!) Bunun gibi, Time/Zaman (2006) isimli filminde seçtiği mekânlardan birisi olan heykel parkını seçerken neler düşündüğü soruldu. Yönetmenin cevabı yine basit ve net: “Güzel bir yer olduğu için orayı seçmiştim.” (İşte bu kadar.)
Pieta’da işlenen tema
Pieta’nın teması ile ilgili bir soru geldi. Önceki cevaplar sonrasında: “Bu filmim nispeten daha yeni olduğu için biraz hatırlıyorum.” dedi. Kore’de parayı çok seven insanlar için bu filmi çektiğini, “insanın paradan daha önemli olup olamayacağını”sorgulamak istediğini ekledi. Filme bazı insanların sadece “intikam filmi” olarak baktığını, fakat aslında anlatmak istediğinin “para” olduğunu söyledi: “Son sahneye intikam sahnesi olarak da bakabilirsiniz.  Affetme sahnesi veya insanın Tanrı’nın gözüne baktığı sahne olarak da bakabilirsiniz. Önemli olan aslında benim hangi sebeple o filmi çektiğim değil, sizin o filmi nasıl anladığınız. Filmlerimi, bir şeye cevap olması için değil; -”Doğru olan bu mu?” diye sorgulamak için çekiyorum. Burada bana soru soran insanlar var. Ama benim vereceğim cevaplar her zaman doğru değil. Kendi filmlerimin de özelliği de, başka şekillerde algılanabilir olmaları.”
Ona göre yaşamın sebebi
Rüya isimli filmini hatırlayıp hatırlamadığı sorulduğunda, biraz hatırladığını söyledi. Bu filmde bir kişinin gerçek hayatta, diğer kişinin de rüyada olduğunu söylüyor. Az önce bahsettiği, beyazı göstermek için siyahı kullanmasına bir örnek. Şöyle devam ediyor: “Siyah ve beyaz aslında yoktur. Başka bir deyişle, siyah ve beyaz aslında aynı renktir. Bana göre yaşamın sebebi, siyahın ve beyazın aslında aynı renk olduğunu öğrenmek.
Sevdiği yönetmenler
Beğendiği yönetmenler sorulduğunda, Emir Kusturica, Imamura Shohei, Michael Haneke ve Nuri Bilge Ceylan isimlerini veriyor.
Neden film çekiyor?
Filmlerinin özel felsefi cümlesinin ne olduğu sorulduğunda, bunun zor bir soru olduğunu söyleyerek anlatmaya başlıyor: “Yönetmenliği çok seviyorum. Film çekerken zorluklar yaşıyorum. Kendi çektiğim bir filmin başkaları tarafından izleneceğini bilmek hem çok heyecanlı hem de çok korkunç.” Son filmi Moebius’ta da çok zorlanmış. Çünkü sosyal hayat için tehlikeli olabileceğini düşünmüş. (Güney Kore’de filmin tartışmalara yol açtığını ve bazı sahnelerinin kesildiğini hatta bazı sinemalarda yasaklandığını sosyal medyada okumuştuk.) Çektiği her filmde kendisine bir soru sorduğunu ve sorunun cevabını bazen rüyasında gördüğünü söylüyor. Rüyada kendisine şöyle deniyormuş: “Film çekerken zorluklar yaşabilirsin ama sen o zorluğu tecrübe ediyorsan, o bir kaderdir.”
Bazı yönetmenlerin para ve popülerlik için film çektiğini ama kendisinin film çekme sebebinin “insanın kim olduğunu anlamaya çalışma isteği” olduğunu vurguluyor.
Arirang: Dönüm Noktası mı?
Arirang, yönetmenin belgesel nitelikteki filmi. (Bilgi için Konserveruhlar’ınnotlarına bakmalısınız.) Bu filmle ilgili birçok soru geldi. Arirang’ı çektikten sonra insanlara göstermese mi diye düşünüp düşünmediği sorulduğunda, aslında bu filmde kendisini çektiği için bunu  uzun süre düşündüğünü ve çekerken en zorluk çektiği filmin, bu film olduğunu söylüyor. Ama sonuç olarak Cannes Film Festivali’nde gösterildiğini ve ödül aldığını ekliyor. Seyircilerden olumlu geri dönüşler almış fakat hâlâ acaba seyircilere göstermeseydi daha mı iyi olurdu diye düşünüyor.  Açıklamasının da zor olduğunu ekliyor.
Arirang’da yönetmenin yaşadığı yerin kendisinin gerçekte yaşadığı yer olup olmadığı sorulduğunda, hâlâ aynı küçük evde yaşadığını öğreniyoruz. (!) Kışın soğuk olduğu için, filmdeki çadırın içinde uyuyor. Filmdeki kedi ise evden kaçmış.
Arirang’ın kendi hayatında bir dönüm noktası oluşturup oluşturmadığı soruldu. Arirang’ı çekmeden önce de bunu düşündüğünü, ama aslında asıl dönüm noktasının, filmin Kim Ki-duk 1, Kim Ki-duk 2, Kim Ki-duk 3 ve Kim Ki-duk 4 karakterlerinin konuştuğu sahne olduğunu söylüyor. Arirang’daki Kim Ki-duk’un içinde hem hasta Kim Ki-duk hem de doktor Kim Ki-duk var. Kendisinin yaşadığı ve yaşayacağı süre boyunca da içinde hem hasta Kim Ki-duk’un hem de doktor Kim Ki-duk’un olmaya devam edeceğine inanıyor.
Hollywood ve Kim Ki-duk
Diğer bazı Uzak Doğu yönetmenlerinin Hollywood filmleri yapmaya başladığı kendisine hatırlatılıyor ve kendisinin de böyle bir düşüncesinin olup olmadığı soruluyor. Böyle teklifler aldığını ve şu sıralarda bunu düşündüğünü söylüyor. Aslında karar verememesinin sebebi, Hollywood filmi yaptığında, oradaki oyuncuları kullanmak zorunda kalacağı ve böyle yaparsa anlatmak istediğini istediği şekilde anlatamayacağından endişe duyması. Bunu, salonda oturanların da istemeyeceği düşüncesinde. Ona göre, birçok Koreli yönetmen Hollywood’a gitmek istiyor. Ama kendisi zaten küçük bütçeli filmler çekiyor ve tanınmayan oyuncular kullanıyor. Bu sebeple de Hollywood’a gitmesine gerek olmadığı kanısında. (Hem zaten, İlkbahar, Yaz, Sonbahar, Kış ve İlkbahar (2003) yönetmenin Amerika’da en çok gösterilen Güney Kore filmiymiş. Yani bir bakıma Amerika’da zaten oldukça izlenen bir yönetmen.)
Savaş teması
Savaş karşıtı filmler çekmeyi düşünüp düşünmediği sorulduğunda, aslında savaş hakkında birçok notlar aldığını söylüyor. Bir gün bir savaş filmi çekmek istediğini, ama bunun ne zaman olacağını bilmediğini ekliyor.
Kitap mı, o da ne?
Söyleşinin en şaşırtıcı üçüncü cevabı ise, hangi yazarların veya kitapların kendisini etkilediği sorusuna verdiği cevaptı. Hiç kitap okumadığını söyledi.(Bu cevabın tercüme hatasından kaynaklanabileceğini umuyorum ama galiba tercüme hatası değil. En iyi ihtimalle, okula gitmediği için okulda kitap okuyamadığı ama sonrasında büyük ihtimalle okuduğu sonucu çıkarabiliriz.)Şaka yoluyla, nasıl iyi bir film izleyip yönetmen olmaya karar verdiyse; iyi bir kitap okursa bu sefer de yazar olmaya karar verebileceğini söylüyor.
Şimdi
Yaşamının bu dönemine dek oluştuğuna inandığı malzemelerin birçoğunu on dokuz filmi için kullandığını, en önemli malzeme yaşamı olduğundan, yeni malzemeler edinmeye çalıştığını vurguluyor. İstanbul’a gelince de bu sebeple ara sokakları gezerek insanları hissetmeye çalışmış. Şimdiye kadar çektiği filmler hep kendi yaşamından etkilenerek çektiği filmler. Aslında en zor dönemi şimdi, çünkü yeni bir film çekmek için yeni bir malzeme bulması gerekiyor.
Din
Sorulan sorulardan birisi, Budist olup olmadığına ilişkindi. Hiç bir dine inanmadığını söyledi. Samaritan Girl/Fedakar Kız (2004), Pieta/Acı ve İlkbahar Yaz Sonbahar Kış İlkbahar isimli filmlerinde din öğesini yaşamın bir rengi olarak kullandığını belirtiyor.
Senaryosunu yazdığı, fakat kendisinin yönetmeyi tercih etmediği filmler
Son soru, hem yönetmenliğini yaptığı hem de senaryosunu yazdığı on dokuz filmi dışında, altı adet sadece senaryosunu yazdığı, fakat yönetmenliğini kendisinin yapmadığı filmler hakkındaydı. Bunların yönetmenliğini neden kendisinin yapmadığı soruldu. Kendisine göre bir sinemacı için en önemli şey senaryo, çok yazması gerektiğine inanıyor. Yazdığı senaryoların bazılarının popüler konulara ilişkin olduğunu ve bunların yönetmenliğini kendisinin yapmak istemediğini ekliyor. Popüler senaryoların yönetmenliğini yaparsa, kendi seyircisi tarafından yadırganacağına inanıyor. Bu sebeple bu senaryoları yardımcı yönetmeni filme çekiyor. Popüler senaryolarının yardımcı yönetmeni tarafından çekilmesi ile kazandığı parayla da sevdiği filmleri çekmeye devam ediyor.
Söyleşi sırasında sorulan saçma sapan sorulardan birine cevaben, filmlerini neden sevdiğini veya neden sevmediğini söylemesinin bir yönetmen için saçma bir şey olduğunu söyledi ve ekledi: “Beyazperde içerisinde sadece kendi gönlüm, kalp sesim var.” 
Kendisine yöneltilebilecek sorularının büyük bir kısmının cevabının aslında Arirang’da olduğunu söyleyerek söyleşiyi sonlandırıyor ve Arirang filminde seslendirdiği Kore türküsünü söylüyor. Pek de iç açıcı olmayan ama son derece samimi sesiyle…  
Söyleşi sonrasında fotoğraf çektirmek isteyenler arasında izdiham çıkıyor, kuyruk yapma özürlü biz Türkler’i akıllı bir hamle ile yönlendiriyor ve sonuç:

Yönetmen, mütevazı tavırları ve içten açıklamalarıyla sinemaseverlerin kalbine adını, samimi ve sıcak tavırlarıyla da kazıyor. Filmlerinden bir kısmı, gelecek hafta Beyoğlu Cinemajestik Sineması’nda gösterilecek. Program için buraya bakabilirsiniz. Gösterimler ücretsiz, kaçırmamanızı öneririm.

Fotoğraflar: İlki www.zimbio.com, Arirang ve Pieta afiş: www.otekisinema.com, diğerleri: Algodón
*Bu yazı 17.9.2013 tarihinde burada yayınlanmıştır. theMagger'a teşekkürlerimle.

Yorumlar

  1. Çok gitmek istemiş, şehir dışında olma sebebiyle gidememiştim. Yazınla gitmiş kadar oldum :) Eline sağlık ;)

    Banu

    YanıtlaSil
  2. Banu selam, çok teşekkür ederim :)

    Hayal Kahvem, nasıldı ama, yalınlığı büyüleyici değil mi?

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Yorumunuz için teşekkür ederiz. Yazar tarafından yorumunuz onaylandıktan sonra yayımlanacaktır.

Thank you for your comment. It will be published upon approval by the author.