Saklı Hazine: Ressam Güner Ener'in Öyküleri*
Nilüfer Ataç Canbayır**
1960’lı yıllar. Aydın bir Türk kadını
Güner Ener. Çevirmen, öğretmen, yazar, Türkiye’nin ilk kadın kitap kapağı
ressamı. Tüm mesleklerinin önüne geçen işi, ressamlığı. Adının ardına dağ gibi
yığılı yetenekleriyle kendine has biri. Yaşadığı tüm zorluklara karşın (ilk
kitabın başına gelen talihsizlikler, Yankı Yayınları’nda karşılaşılan
psikolojik baskılar, Şişli’deki tek kişilik dairesinde geçim derdi) üreten bir
sanatçı. Yazdığı öykünün başka bir yazar tarafından tüm politik detaylarından
ayrıştırılarak yeniden ve başka bir hava içinde yazılmış halini görmek onu çok
şaşırtır ve üzer. Uzun yıllar yozlaşmış ortamda hakkını aramanın boşa zaman
kaybı olduğunu anlamış ve artık bu kirli ortamdan uzaklaşmak ister. Uzun bir dönem
Kopenhag’da sanatına devam eder. Sonra bir grup üniversite öğrencisi ilk kitabı
Eylül Yorgunu’nu bir sahafta bulan
arkadaşlarının ısrarıyla okur ve büyülenir. Bu etkileyici kitabın yazarıyla
tanışmak isterler. O dönemde İstanbul’da bir resim sergisi açmayı planlayan
Güner Ener gençlerin isteğini geri çevirmez ve yurda geldiğinde onlarla tanışır.
Eserinin beğenilmesini bırakın, aradan onca yıl geçmesine rağmen onu bir
şekilde arayıp bulmaları, artık hiçbir yerde baskısı olmayan kitabı hakkında
konuşmak istemeleri ve sadece okumakla kalmamaları, duyarlı okurların,
okuduğuna değer veren güzel insanların emeğe saygılarının güzel bir örneği.
Toplumun tüm yargılarından bunalmış
bir ruh Güner Hanım. Tırnaklarıyla kazımakta çevresindeki duvarları. Kafasında
ucu herkese batacak iğneli sorular. Cevapların her birinden çıkan, özgürleşen
kelimeler etrafı sarıyor. Beyinlere ulaşan iğneler orada bir yerleri
tetikliyor. Kadın erkek ilişkileri, gelenek, din, para, siyaset, sanat… O
yazdıkça, ağır taşlar karahindiba tüyleri gibi oraya buraya savruluyor. Yer
yerinden oynuyor. Kafalar silkeleniyor.
Güner Ener’in ilk öyküsü 1960 yılında Dost
Dergisi’nde, biriken öykülerini topladığı Eylül Yorgunu isimli ilk kitabı 1969 yılında Yankı Yayınları
tarafından yayımlanır. 1972 yılında ise Camın
Kırık Yerindeki Mavi adlı uzun öyküsü Soyut
dergisinde tefrika edilir. Sevgili arkadaşım Melisa Aymutlu’nun hediyesiyle hem
Eylül Yorgunu’nu hem de Soyut Dergisi’nde tefrika edilen Camın Kırık Yerindeki Mavi’yi okuma
şansım oldu. Ona da Eylül Yorgunu’nu Nazlı
Karabıyıkoğlu önermiş. Bu kitabın yıllar sonra yeniden elden ele dolaşarak
yayılması bir tesadüf mü?
Eylül Yorgunu birey üzerinden yoğun bir toplum
eleştirisi olarak okunabilir. Yer yer alayla ve acıyla aktarılan
içselleştirilmiş bir anlatı. Öykülerde iç konuşmalar ve anlatıcının çarpıcı
araya girişleri ile yoğun metinler okuyoruz. Acıtan ve sarsan bu metinler 1960
Türkiyesi’nde olan bitenler ışığında öykü karakterlerinin dilinden anlatılmış.
“Kanın aktığını
görmek…
Damarların
boşaldığını,
Bitmeyen bir Eylül
bu.
Kaç gün oldu
başlayalı?
Ta içimde, şuramda,
yüreğimde, irin toplayan bir yara gibi iğrenç bir acının oluştuğunu,
Beynimde zonkladığını. DUYMAK.” [1]
“Hiçbiri
anlamayacak. Bunların hepsi hayvan. Katı alınlarıyla, sınırlı düşlerin ya da
düşsüzlüğün donuklaştırdığı gözleriyle, buz gibi elleriyle, bakacaklar ve
anlamayacaklar. Sımsıcak burun delikleri, etli kulakları, sırıtışı ve salyası
bol ağızlarıyla, dinleyecekler ve anlamayacaklar. Oysaki bu düpedüz bir öykü.
Düpedüz.” [2]
Camın Kırık Yerindeki Mavi adlı uzun öykü, yazarın kitabında yer
verdiği öykülerinden öncelikle türü bakımından farklı. Cam ustası Seyit’in
çocukluk ve yetişkinlik dönemi geriye dönüşlerle anlatılıyor. Bir bölümde
annesi ve babası ile kapıcısı oldukları apartman anlatılırken, diğer bölümde
Seyit evli ve çocuklu olarak karşımıza çıkıyor. Cam fabrikasında günde üç bin
adet bardak yapan bir işçi olarak hayatı anlatılıyor. Öykünün dilinin akıcılığı,
yer yer bölge insanın şivesi ile aktarılan diyaloglar, mekân ve zaman
tasvirleri, eseri özgün kılmış. Toplum ve düzen eleştirisi, bireyin kapana sıkılmış
hali çok iyi anlatılmış.
Güner Ener, hakkında konuşulacak, yazılacak, araştırılacak çok derin bir
sanatçı. Sadece öykülerini değil, Eylül
Yorgunu’nun sonunda ifade ettiği anlatı türündeki metinlerini de bir gün
okumayı umuyorum. Kitabın sonunda şöyle bir açıklaması var:
“Şimdi
haber vermeliyim ki artık öykü yazmayacağım. Yıllardır yazmadım zaten. Sergi de
açmayacağım. Yazmayı ve çizmeyi sürdüreceğim, ayrı bir biçimde. Bir bezginlik
döneminde bıraktığım ‘öykü yazma’ kaynağı, bir süre, boşa akan sular gibi heba
oldu gitti, sonra başka şeylere kanalize oldu. Resim yapmak, sayısı yüzün
üstünde kitap kapağı üretmek, çeviriyle uğraşmak gibi. 70’li yıllarda ‘anlatı’
türünde bir şeyler yazmaya ve yayımlamaya başladığımı söylemiştim. Oldum olası
belgeseller beni çekmiştir. Anlatı da bir belgesel biçimidir. Yaptığım her
şeyle dolaylı ya da dolaysız olarak hep ‘çağının tanığı olmak’ durumunu
yüklenmişimdir. Anlatı ise bu durumun en kestirme, en dolaysız yoludur. Bundan
böyle benden yalnızca anlatı okuyabileceksiniz, isterseniz elbette- şu anda da
bunu yapmaktasınız zaten.” [3]
Güner Ener hakkında internette çok fazla bilgiye rastlayamıyoruz. Adına
açılmış internet sitesi aktif değil. Oğuz
Aral ile tanışmalarını ve evlenmelerini anlatan kısa bir anıdan başka, hakkında
yazı bulmak zor. Umarım İmge Kitabevi kitabın yeniden basımını sağlar ve bu
güzel kitap daha çok okuyucuya ulaşır. Belki bir gün Camın Kırık Yerindeki Mavi de basılır ve bu güzel uzun öyküyü
herkes okur.
Güner Ener’i özellikle kitabının yayımlandığı yıl dikkate alındığında asi bir
yazar olarak nitelendirmemek güç. Günümüzde bile bir
kadının kadınlık hakkında yazması çeşitli toplumsal etiketlemelerle karşılık
bulup, dışlanırken 1969 yılında yayımlanan bir öykü kitabı ile bunu yapabilmek asi olmak değil de nedir? Şimdilerde
Eskişehir’de yaşayan bu değerli yazarımızı daha çok okura tanıtabilmek dileğiyle.
Nazlı
Karabıyıkoğlu’nun notu: Güner Ener’le 2012’de tanıştım. 3 sene boyunca günde 4
saate varan telefon konuşmalarımız oldu. Kanserle savaşında inatçıydı.
Hayatımın en özel öykülerini anlattı bana, direndikleriyle model aldığım bir
kadın oldu. Sonra çeşitli sebeplerden telefon numarasını ve adresini kaybettim.
Aradan birkaç sene geçti. 2017’nin Eylül’ünde bir anda beynimde şimşekler
çaktı: Ona zamanında çiçek yollamıştım, firmayı aradım ve adresini telefonunu
aldım. Günlerce korkudan arayamadım. Kansere yenilmiş olabilir miydi? Ya da
yaşlılığa? O delici bakışları geldi aklıma. Bir cesaret aradım. Uzunca konuştuk
yine. “Kızım,” dediği beni unutmuştu. Hiçbir şey hatırlamıyordu. Üzüntümü anlatmam
güç. Bu anımsayamayışın bana özel olmadığını anlamıştım. Önümüzdeki günlerde
onu ziyarete gideceğimi ve eğer izin verirse zamanında bana anlattığı o değerli
hayat hikayesini kaydetmek istediğimi söyledim. Kabul etti. Şimdi Eskişehir’e
doğru bir yolculuğa çıkma vakti. Eylüllerin yorduğu o nefes kesici kadına…
[1] Güner Ener, Eylül Yorgunu, İmge Kitabevi
Yayınları, 2000, s. 81.
[2]
a.e., s. 9.
[3] a.e., s. 96.
*Bu yazı, daha
önce Kültür Servisi isimli web sitesinde yayınlanmış ancak sonradan anlayamadığımız
bir sebepten ötürü yayından kaldırılmıştır. İki kez Kültür Servisi'ne durumu
iletmemize rağmen bilgilendirildiğimizin aksine sitede bir değişiklik
göremeyince yazının burada yayınlanmasını istedik. İzinleri için Nilüfer Ataç
Canbayır ve Nazlı Karabıyıkoğlu'na teşekkürlerimle. Yazının yayınlanması ve
siteden uçması sonrasında gördüğüm Bianet'teki 30.7.2018 tarihli Esat Ayhan yazısı, bu yazıyı yeniden
yayınlama istediğimin sebeplerinden biri oldu. Kendisine de teşekkür ederim.
(M.A.)
**Nilüfer Ataç
Canbayır, Konserve Ruhlar isimli blog yazarı, bkz. https://konserveruhlar.wordpress.com
***Görsel: Oğuz
Oral'ın çizdiği bir Güner Ener portresi/karikatürü (sağ altında "Eylül
1962, saat: 4: 25 - Oğuz" yazıyor); kaynaklar:
http://www.haberveriyorum.net/haber/oguz-aral%E2%80%99in-guner-ener%E2%80%99le-beraberligi-ve-muhtesem-bir-evlilik-teklifi
http://gunerener.com/index.php?option=com_content&view=category&layout=blog&id=30&Itemid=81
Yorumlar
Yorum Gönder
Yorumunuz için teşekkür ederiz. Yazar tarafından yorumunuz onaylandıktan sonra yayımlanacaktır.
Thank you for your comment. It will be published upon approval by the author.