Aslında bilmiyorum. Bu içten gelen bir şey sanırım. Böyle sorulduğu zaman çok bulanık geliyor yanıt bana. 2013 yılının Ekim ayında bir roman yazmaya başladım. Hep aklımda taşıdığım, daha önce de yazmaya başladığım ancak bir talihsizlik sonucu bıraktığım bir işti. Ofiste masa altından kitap okumaya, öğlen araları yemek yemek yerine bir şeyler yazmaya, geceleri uyumamaya başlayınca; hayatımı yalnızca yazarak ve okuyarak geçirmek istediğimin farkına vardım ve Ocak 2014’te işi bıraktım. Romanla birlikte öyküler karalamaya da başlamıştım o sıra. Daha geriye bakacak olursak lise ve üniversite yıllarında çeşitli müzik gruplarında solisttim, bu dönemde şarkı sözleri ve şiirimsiler (şiir demeye utanıyorum) yazmakla kafayı bozmuştum. Eskiden beri günlük tutarım. Bu sene bir anı defterimde çocukken yazdığım öykü ve şiirlere rastladım. Bir sayfalık şeyler, altlarında imzam vardı. Önce duygulandım, sonra şaşırdım açıkçası. Çünkü o yaşlarda öykü kavramının ne olduğuyla ilgili bir fikrim olmadığına eminim. Sorsalar, Yok canım, derdim herhalde. Ama demek ki böyle bir itki varmış. Yani şimdi siz söyleyin, ben ne zaman yazmaya başlamışım?
İlk olarak hangi öykünüz, ne zaman ve nerede yayımlandı?
Arkadaşlarımın ısrarıyla bir blog açmaya karar verdim, sanırım 2014 yılıydı. Blogumdaki öykülerden birini Merdiven Altı Edebiyatı’nda yayımlamak istediler. Aslında ilk olarak böyle başladı. Sonra Peyniraltı Edebiyatı, Yalnızlar Mektebi, Notos, Karahindiba, Çevrimdışı İstanbul, Dünyanın Öyküsü, Sözcükler ve Kitap-lık dergilerinde öykülerim yayımlandı.
Özellikle yeni başlayan yazarlar birilerine okutmak ister yazdıklarını. Bu süreçte kendinizi nasıl geliştirdiniz?
Çevremde gerçek bir edebiyat eleştirisi alabileceğim kimse yoktu. Bu da işin en zor yanlarından biri. Yazdıklarımı eşime ve birkaç arkadaşıma okutuyordum ama bir yandan onları rahatsız ettiğimi düşünüyordum ve içim içimi yiyordu. O rezil şeylerle kimsenin vaktini almak istemiyordum açıkçası. Bir atölyeye gidip gitmemek konusunda bir türlü emin olamıyordum, önyargılarım da vardı açıkçası. Sonra birden esti ve cesaretimi toplayıp Notos Atölye’ye gitmeye karar verdim. Bilinçli bir gelişimin miladı oldu bu karar benim için. Sabretmeyi, metnin üzerinde defalarca kez çalışmayı, onu ince ince işlemeyi, laf kalabalıklarından ve dil yanlışlarından kurtulmayı, anlatıcı sorunlarına daha derinlikli bakmayı öğrendim. Atölyede öğrendiklerimin yazmak, okumak, bir metni çözümlemek, dolayısıyla kendine daha eleştirel bakabilmek adına bana çok katkısı olduğunu düşünüyorum. Hepsinden önemlisi, Semih Gümüş sayesinde oldukça değerli kitaplarla tanıştım. Onlar şimdi masamın başköşesindeler.
Edebiyat atölyeleri konusu açılmışken, sizin de katılımcısı olduğunuz bu atölyeler hakkında düşüncelerinizi öğrenebilir miyim? Malum, tartışmalar var.
Haklısınız, bu konunun çokça tartışıldığını ben de gözlemliyorum. Ama gördüğüm kadarıyla tartışanların büyük çoğunluğu bir atölye çalışmasına katılmamış insanlar. Bir kitabı okumadan eleştirmek gibi bir şey bu. İşin içinde olan, konuyu mantıklı bir çerçevede ele alan kişilere değil sözüm. Ama bazıları var ki; atölye çalışmalarını hepten kötü bir şeymiş gibi yansıtıyor. Niçin bu kadar sert yaklaşıldığını anlayamıyorum açıkçası. Başka ülkelerde de var bu atölyeler, üniversitelerde yaratıcı yazarlık dersleri okutuluyor. Bu kadar mesele ediliyor mudur bilmiyorum. Öğrenmeye çabalamak ne zamandan beri ayıp bir şey oldu? Atölyeye giden insanlar bu işin sonunda bir sertifika alıp yazar olmuyor. Nihayetinde herkes yaptığı işe göre değerlendirilir. Ben doğru bir atölyede çok şey öğrenebileceğine inanıyorum. Sanki bir dayatma varmış ya da tek tip yazara dönüşüm söz konusuymuş gibi yansıtılıyor, buna da inanmıyorum. Benim katıldığım atölye çalışmalarında bambaşka biçimlerde yazan insanlar vardı. Hiçbirine de öyle değil böyle yazacaksın benzeri bir dayatmada bulunulduğunu görmedim. Kimsenin fikrini çürütmek için söylemiyorum bunları. Burada şunun altını çizmek gerek. Savunduğum, bu işi bilen, yalnızca tüccarlık boyutuna indirgemeyen kişilerin yürüttüğü çalışmalar. Bir atölyeye gidip memnun kalmayan insanlar olduğunu da biliyorum. Kalabalık, dilde olduğu gibi burada da yanıltıcı. Çok fazla atölye olduğu doğru. Ne istediğini bilmek ve güvenilir, işi bilen insanların atölyelerine katılmak kişinin gelişimi için yararlı olacaktır sanıyorum. Ancak şöyle kadınlar geliyor atölyeye, böyle adamlar geliyor, şeklinde insanları rencide edecek yorumlarda bulunulması hiç hoşuma gitmiyor. Bırakalım kim ne yapmış. Önemli olan ben ne yapıyorum, diye sorabilmek. Ayrıca kimin ne yazacağını kimse bilemez. Ben kendimi nasıl bir öteye taşırım, yazdıklarımı nasıl daha nitelikli kılarım, bunun için çabalıyorum. O yüzden de kim hangi amaçla nereye gitmiş, bunlarla ilgilenmiyorum.
İşinizi bırakıp kendinizi sadece yazmaya adama kararını verme sürecinizi anlatmak ister misiniz?
Bu kararı almak çok zordu aslında. Endüstri Mühendisliği okurken son senemde çalışmaya başlamıştım. Bilişim sektöründe, iyi de bir şirkette çalışıyordum. Beş senemi doldurmuştum. Rahat mı battı acaba… Şaka bir yana, mutsuzdum ve hayatımda bir kez olsun sevdiğim işin peşinden gitmek istiyordum. Eşim beni çok cesaretlendirdi. Bana benden daha fazla inandı ve güvendi. İnsanın yaptığı işte mutlu olması bütün hayatını etkiliyor. Böyle bir karar ondan da gelebilirdi, o zaman da ben elimden geleni yapardım. Her ne kadar benim için zor olsa da, sonrasında işe dönmek istemedim. Ruhumda orada olmak yok, bunu biliyorum. Çocukluğumdan beri gönlümde yatan yaratıcı bir işle uğraşmak. Eskiden müzik daha ağırdı, şimdi yazmak. Ben bir odaya kapanıp, sosyalleşmeden orada olmaktan, kitaplara gömülmekten, yazmaktan çok mutluyum. İşin açığı, insanları pek sevmiyorum. Tabii insanları sevmemek onlardan nefret etmek demek değil.
Sürekli yazmak isteyip iş hayatını bırakamayan, para kazanmak zorunda olan insanlar, tüm zamanlarını yazmaya ayırmak isterken bunu yapamayanlar, eminim bu kararı verebildiğim için bana imreniyorlar. Ancak şunu da bilmek lazım, sadece yazıyor olmak başka bir disiplin. Çok prensipli olmak gerekiyor. Tamamen soyut bir şey yapıyorsun ve senin ruhunu tatmin ediyor. Bu disiplini sürdürebilmek çok büyük bir güç istiyor. İnsanı yıpratan bir şey. Bir de bunu başkalarından destek alırken yapıyor olmak elbette çok zor. Herkesin çocuk yapsın diye gözünün içine baktığı bir kadının yazmaya başlaması… Yirmi sekiz yaşına gelmiş dikiş tutturamamış biri. Dışarı çıksan, Ne yapıyorsun, diye soruyorlar. Güç bela yazıyorum, desen, bir deliyi pışpışlar gibi, Tabii tabii, diyen gözler. Çevrenizdeki insanlar, Nasılsa bıkacak, kitap yayımlatmak öyle kolay mı, diye düşünüyorlar. Ama bıkmadım. Uzunca bir süre kimseyle görüşmeden işime odaklandım. Önümde sayısız basamaklı bir merdiven uzanıyordu, kimi zaman ayağım takıldı kimi zaman nefesim kesildi ama çıkmayı bırakmadım. Az da olsa bir şeyler başarabiliyorsam sebebinin bu olduğuna inanıyorum. Daha yolun başındayım. Zaten önemli olan yılmamak. Bence başarısızlık diye bir şey yok. Vazgeçmek veya emek vermemek var.
Öykülerinizin dergilerde yayımlanma tarihlerine baktığımda 2015 yılının Haziran ayından itibaren neredeyse her ay veya iki ayda bir dergilerin birinde bir öykünüzün çıktığını görüyorum. Bunun öykü yayımlatabilmek bakımından çok dikkat çekici bir durum olduğu aşikâr. Sizce bunun sebebi nedir? Hazırda olan öykülerinizi peş peşe mi gönderdiniz yoksa hepsi tesadüfen benzer bir döneme mi denk geldi?
Yazdıktan sonra üzerinde defalarca çalıştığım öykülerdi. Zaten her gün masamın başına geçiyorum, yazamıyorsam da öncekileri düzenliyorum. Böyle bir çalışma temposunda haliyle yazdıklarınız birikiyor. Ama üst üste gelmesi tamamen tesadüf. Bazı dergiler, öyküleri hemen yayımlıyor, bazıları aylar sonra. Öyle denk gelmiş.
En taze öykünüz, Eylül-Ekim Kitap-lık dergisinde yayımlanan “Geleceksen Gel Sen De”. Bu öykünüzde bir kadının hezeyanlarını okuyoruz. Zaman zaman gülümseten zaman zaman hüzünlendiren çok akıcı bir dili var. Yazarın cinsiyeti olmaz ama şu ana kadar yayımlanan öykülerinizin içinde kadın karakterlerin erkek karakterlere nazaran hep daha güçlü olduğu eleştirisini alsanız, bunun hakkında ne düşünürsünüz?
Aslında o öyküde baskın bir kadın karakter yok, bastırılmış fikirleri bir kıvılcımla açığa çıkan bir kadın var. Güçlü olan kadının düşünceleri. Kendisi bir evin içinde sıkışıp kalmış. Özlediği şeyleri bulamayacağını bildiğinden kendini bu yalnızlığa itmiş de diyebiliriz. Çıldırmış bir kadının, ikili ilişkisi aracılığıyla vardığı toplumsal bir isyan. Bir yerde umut etmeyi de sürdürüyor. Tıpkı Murat’ın geri geleceğini hâlâ umut etmesi gibi yaşadığı toplumun da bir ihtimal değişebileceğine inanıyor. İsyanının içeriğinde de yalnızca kadınlara özgü dertler yok, içinde yaşadığı toplumu, insanların yaşayış ve düşünüş biçimlerini eleştiriyor ve daha uygar bir anlayış beklentisiyle onları terbiye ediyor aklı sıra. Meydan okuyor. Elbette duyan yok. Aklından geçirdiklerini yapsa ya da sokağa çıkıp haykırsa, kimsenin onu anlamayacağını, kabul etmeyeceğini biliyor. Gerçekten güçlü olsaydı düşünmekle kalmaz uygulamaya koyardı. Bahsi geçen öykü için kısaca bunları söyleyebilirim. Öbürlerini kendi bağlamlarında ele almak gerek.
Öyküleriniz ile ilgili yorumlar arasından en çok hoşunuza giden hangisiydi?
‘Burada yeni bir dil var.’ ve ‘Geleceğiniz çok parlak.’
Olumlu yorumlar almak çok güzel. Diğer yandan bakarsak duruma, yazmak ve az okunmak, ilgi görmemek ile ilgili ne düşünüyorsunuz? Çok iyi olup hak ettiği değeri yaşarken göremeyen yazarlar oldu ve olacak belli ki… Oğuz Atay ve Sevim Burak örneklerinden gidersek, yazdıktan sonra öyküleriniz ile ilişkiniz biter mi yoksa okunup okunmadıkları sizi çok etkiler mi?
Maalesef böyle bir gerçek var. Her yenilik, döneminde anlaşılmama riskini de beraberinde taşıyor. Günümüzdeyse bir yenilik var mı, orası tartışılır. O dönem onları anlamamış, anlamaya da çalışmamışlar. Şimdi yerlere göklere sığdıramıyorlar. Bazıları için en iyi yazar ölü yazar sanki. Bir de onlara sormak gerek. Oğuz Atay, ölüsüne leş kargaları gibi tünemiş o dergiciklerin kapaklarında durmadan yer almak ister miydi acaba? Sabahattin Ali, portresinin üzerine aynalı güneş gözlüğü takılıp cümle âleme paylaşılsın ister miydi? Yani bir yerde çok ilgi görmek de anlamlı olmuyor. Nitelikli yazmak ve okumanın yanına bir de nitelikli ilgiyi koyabiliriz bu noktada. Yine de bunlar, yazarın en son bakacağı konular. Elbette kişi yaptığı işe inanıyorsa, insanların beğenisini kazanmak ister. Bu çok doğal. Herkes kitapları sevilsin, satsın ister. Yaşamını bu yolla sürdürebilecek kadar kazanmayı hayal eder. Ancak bir yazar hayatını bunlara endeksleyerek yaşayamaz, yaşarsa ibre yanlış yönü gösterir, rota bozulur. Her şeye rağmen, az sayıda da olsa, işi bilen ve objektif yaklaşan insanların, nitelikli eserin kıymetini bildiğini düşünüyorum. Benim için en büyük mutluluk içimdeki yazma hevesinin, daha iyi bir iş yapma çabasının azalmaması. Her gün o masaya oturacak gücü kendimde bulmak. Eleştiri elbette olacaktır, iyi ya da kötü. Nasıl etkileneceğimi bilemem şimdiden.
Öykü kitaplarının büyük bir çoğunluğunda öykülerini tek bir temada birleştirmek söz konusu oluyor. Bu tercih hakkında ne düşünüyorsunuz?
İnsanın takıldığı düşünceler yaşamının her döneminde farklılık gösterebiliyor. Ben açıkçası ortak bir tema oluşturmaya çalışmadım şimdiye dek. Yazarın bir dönemine denk gelen öyküler, ister istemez belli bir düşüncenin etrafında dönüyor. Böylece birbirinden farklı da görünse bir bütünlük oluşuyor bence. Ama herkesin bir tarzı var. Bir gün gelir tek bir tema üzerine de yazarım belki. Şimdilik böyle yapmadığımı söyleyebilirim.
Yazdığınız bir öykünün bitmiş olduğunu nasıl anlıyorsunuz? Bitmesi bir yana, öykünüzü bir dergiye göndermek kararını verirken, kendi kendinizle hesaplaşırken, göz önünde bulundurduğunuz kıstaslar nelerdir?
Mutlaka sesli okur, ses kaydı alırım; masa başında ve yürüyüş yaparken dinler, sonradan kulağımı tırmalayan yerleri düzeltirim. Çünkü sesi var metnin. Buna çok önem veriyorum. Metni sesli okuduğumda akışı bozan bir şey olmaması gerek bittiğine inanmam için. Bunu duyabilmek içgüdüsel bir şeymiş gibi geliyor bana. Yalnızca ses akışı değil tabii ki kıstas. Bazı edatları, bağlaçları kaç defa kullanmışım hesaplar, fazlaysa ayıklarım. Metnin kelime sayısına göre kendime koyduğum kısıtlar var. Noktalama işaretlerini mümkün olduğunca az kullanmaya çalışıyorum. Konuda, kurguda, diyaloglarda yapaylık yoksa öykü doğru anlatıcı/anlatıcılar tarafından doğru zamanda/zamanlarda yazılmışsa, bütün o ayıklamaları da yaptıktan sonra bitti diyebilirim ama yine de, Bitti, diyebilmek çok zor. Onca çalıştıktan sonra insan kendi metnine körleşiyor, bilsen de göremiyorsun bazen. O noktada da biraz uzaklaşmak iyi geliyor. Bütün bunlar benim kendimce önemsediğim detaylar.
Hiç edebiyat dergisine gönderdiğiniz bir öykünün yayımlanmadığı oldu mu?
Tabii ki oldu. Dergilerde öykülerim yayımlanmadan önce kim bilir kaç kez reddedildi. Böyle olduğu zamanlarda ilk önce kendime dönüp baktım. Bahaneler uydurmadım, kimseye kulp takmadım. Henüz olmamış demek ki, dedim. Bir de her dergi her tarz öyküyü beğenecek diye bir kural yok, bu da ayrı bir mesele. Ben şimdi Kitap-lık’ta öyküm çıktı diye, bundan sonra Kitap-lık’a gönderdiğim her öykü yayımlanacak diye bir şey yok ki! Sözcükler için de aynısı geçerli, yine reddedilebilirsin. Kitabın çıkar, gene reddedilebilirsin.
Katıldığım bir edebiyat sohbetinde kitaplarını okumaktan zevk aldığım önemli bir yazar, durum öyküsü-olay öyküsü ayrımına çok da katılmadığını; öykünün içerisinde bir hareketin veya olayın mevcudiyetinin olmazsa olmaz bir unsur olduğunu savunmuştu. Bir insanın o gün içinden geçen duygu durumunu anlatan ve durum öyküsü olarak nitelendirilen birçok birbirine benzer metnin eline ulaştığından dert yanıyordu ve bunları değerli bulmadığını düşünüyordu. Konuyla ilgili fikrin nedir?
Öncelikle ben böyle ayrımlardan pek hazzetmiyorum. Bir durum içinde bir olay barındıramaz mı? Ya da olaylar bir ruh durumu içermeksizin art arda sıralanmalı mı? Nedir bu ayrım? Bir öykü bunların hepsini dozunda içerdiği zaman iyi bir öykü oluyormuş gibi geliyor bana. Bir gün birisi bana durum öyküleri şöyle cümlelerle başlamalı, bence ilk cümleyi bu şekilde değiştirsen daha iyi edersin, demişti. İçten içe köpürmüştüm. Yazdığım öyküyü, bu bir durum öyküsü diye nitelendirmemiştim, kaldı ki böyle öykülerin ilk cümlesi şöyle olmalıdır gibi bir ayrım olduğundan habersizdim. Bu da benim cahilliğim olsun. Yine de ilk cümleyi değiştirmedim.
Bir öykü yazarı için birinci tekil şahıs anlatımın aslında biraz cesaret işi olduğunu düşünürüm ve sizin öykülerinizin çoğunluğu bu şekilde. Öykülerinizde birinci tekil veya üçüncü tekil anlatımı tercih etmenize etki eden şeyler nelerdir?
Bu bir tercih meselesinden çok öykünün ne istediğiyle ilgili. Bazen birinci tekil anlatıcı kullanırsınız, sonra öykünün ihtiyacının üçüncü tekil anlatıcıyla yazılmak olduğunu anlar, değiştirirsiniz. Bazen her ikisini de harmanlamak gerekir. Evet, okuduğunuz öykülerimde birinci tekil şahıs anlatıcı ağırlıkta. Sizce, “Geleceksen Gel Sen De” öyküsü karakterin haricinde bir anlatıcının ağzından yazılsa aynı etkiyi yaratabilir miydi? Bence olmazdı. Bir süre sonra bu ayrıma varabiliyorsunuz zaten.
Öyküyü birinci kişi ağzından anlatmak, bizi öykünün içine çeker. Tam da o kişi olmak, onun gibi hissetmek, düşünmek zorundasınızdır. Bu yüzden en başta karakteri iyi tanımak, onunla özdeşleşmek gerekir. Birinci kişi ağzından anlatımlarda, doğal olarak duygular daha yoğun aktarılabildiğinden kendinizi frenlemeniz gereken yerleri bilmeniz gerekiyor. Sınırı aşmak yoğunluktan yapaylığa düşürebilir anlatılanları. Üçüncü kişi ağzından yazılıyorsa bir metin, bu kez de müdahalelerden ve yargılardan kaçınmak gerek. Dışardan bir anlatıcının bilebileceği kadar şey bilmeli ve yorum yapmamalı. Karakterin zihnine girildiğinde de sözü artık o devralır. Kaldı ki anlatıcı, metnin içindeki diyaloglarda bile, anlatıcıdan karaktere, bir karakterden başka bir karaktere geçer. O yüzden biraz karmaşık bir mesele. Bunları çok titiz düşündüğünüzde çalışmanız bir hayli yorucu olabilir. Bu titizliğin sonucunda ortaya çıkan metin salt teknik kokmamalı, doğallık da barındırabilmeli içinde bence. Çünkü bunu çok düşününce bazen işin içinden çıkamıyor insan. Her iki türlü de dozu kaçırmak seviyeyi düşürüyor.
Öykülerini dergilerde yayımlatmaya çalışan veya öykü atölyelerini takip eden yazar olmak isteyen insanlara öykülerinin yayımlanabilmesi için tavsiyeleriniz var mı?
Aslında insanın önce kendine dürüst olması gerekiyor. Benim haddim değil tavsiye vermek ama şunu söyleyebilirim; asıl önemli olan şey disiplin ve çalışmak. Dehanın yüzde doksanı ter. Bu unutulmamalı. Terliyorsun diye de dahi olacak değilsin. Bu da atlanmamalı. Az da olsa kendini değerlendirebilecek konuma gelmek lazım. Kendini eleştirmek. Bu öykü biraz oluyor, diyebilmek. Bak burası olmamış, diyebilmek. Bunların hepsi yaza yaza, okuya okuya... Bir anda olabilecek şeyler değil elbette. Ben de öğreniyorum, sonu olmayan bir yol bu. Ivır zıvır şeylere takılmadan, bahane uydurmadan her seferinde daha iyisini yapmaya çalışırsa kişi, elbet bir şeyler olacaktır. Yılmasınlar.
Nasıl okursunuz? Tek kitaba odaklanır mısınız yoksa bir arada başka kitaplar da olur mu?
Bazen tek kitaba odaklansam da, genelde birkaç kitabı birden okurum. Gürültü baş düşmanım. Sandalyede, masa başında okuyorum. Bazen çok çileli oluyor ama yapacak bir şey yok.
Neden yazıyorsunuz? Hiç düşündünüz mü?
Bilmiyorum ama yazma esnasında beynim bütün enerjimi sömürürken, kollarım kopma raddesine gelmiş, bedenim tükenirken ruhumun dolup taştığını hissediyorum. Çocuk gibi mutlu oluyorum. Yazmak beni mutlu ediyor. Bu kadar basit.
Takip ettiğiniz dergiler hangileri?
Notos, Öykülem, Kitap-lık, Sözcükler, Dünyanın Öyküsü, Çevrimdışı Edebiyat, Varlık. Bu dergilerin bazılarını daima alıyorum, bazılarını ise dosya konularına ve içeriğine göre alırım. Her gün bir dergi kapanıp yenisi açıldığı için liste haliyle değişken oluyor.
Hangi şairlere kendinizi daha yakın hissediyorsunuz?
O usta şairlere kendini yakın hissetmek nasıl olur bilemiyorum ama Furuğ Ferruhzad, Pablo Neruda, Mario Benedetti, Gülten Akın, Edip Cansever, Turgut Uyar ve şiirlerini severek okuduğum birçok başka şair var.
Öyküyü sevmenizi sağlayan yazarlardan ilk aklınıza gelenler hangileri?
Julio Cortázar, Raymond Carver, Vüs’at O. Bener, Sait Faik Abasıyanık, Mehmet Günsür, Bilge Karasu…
Takip ettiğiniz edebiyat blogları?
Murat Gülsoy’un bloğunda doyurucu yazılar oluyor. Notosoloji’deki söyleşiler oldukça yararlı. Necip Tosun’un bloğuna da bakarım. Artfulliving, openculture, ipekli mendil. Blog sayılmaz ama Radikal Kitap ve k24’teki kitap tanıtımı ve eleştirileri takip etmeye çalışıyorum.
En son, hangi…
…oyunu izlediniz? Ağır Roman, Eskişehir Şehir Tiyatroları.
…filmi izlediniz? Michael Haneke, Caché.
…kitabı okudunuz? Alejandro Zambra, Belgelerim ve Ingeborg Bachmann, Frankfurt Dersleri.
…albümü aldınız/dinlediniz? Dead Can Dance, Anastasis.
…konsere gittiniz? Lord of the Rings In Concert: The Fellowship of the Ring.
…sergiyi gezdiniz? Uzun süredir bir sergiye gitmiyorum.
Son olarak, şimdiden bir kitap dosyanızı tamamlandığınızı bildiğime göre, sormam gerekiyor! İlk öykü kitabınızı herhangi bir yayınevine gönderdiniz mi? Göndermeden önce dosyanızı okuttuğunuz birileri oldu mu?
Baştan sona değil ama ara ara öykülerimi okuttuğum arkadaşlarım oldu, gittikçe paylaşmamaya başladım. Artık dosyamı bir yayınevine göndereyim, dedim, bu kez kopmak çok zordu. Hep bir eksiklik hissi kalıyor insanın içinde. Kim ne yapsın, diyorum, bu öyküleri. Yine de bir yanım kurtulmak istiyor. Çünkü korkunç bir döngüye giriyor insan. Gönderdikten beş ay kadar sonra kabul aldım, kurula sunuldu, oradan gelen yanıt da olumluydu. Hayli uzun bir süreç, artık son aşamalardayız.
Tebrik ediyorum ve ilk kitabınızın çıkışını merakla bekliyorum!
Böyle incelikli bir işe emek verdiğiniz, beni de buna dâhil etmeye layık gördüğünüz için ben teşekkür ediyorum. Çok keyifli bir sohbetti.
Yorumlar
Yorum Gönder
Yorumunuz için teşekkür ederiz. Yazar tarafından yorumunuz onaylandıktan sonra yayımlanacaktır.
Thank you for your comment. It will be published upon approval by the author.