Öykü Yazarlarıyla Söyleşiler (5): İlkay Yıldız
Tam söyleşilere ara verme ihtiyacı hissederken, hayat karşıma İlkay Yıldız’ı çıkardı. Çeşitli reklam ajanslarında çalışarak edindiği deneyimlerini yeni reklamcılarla paylaşan; sadece reklam değil, müzik, futbol ve edebiyat alanlarında da yazan, yazmanın en sevdiği şey olduğu gözlerinden okunan bir hikâye anlatıcısı. Yeni projeleri arasından biz edebiyat yönüne, öykülerine yoğunlaştık. “İyi ki edebiyat okudum.” ; “Öykü seven arkadaşlarım bile edebiyat dergileri almıyor.” diyor. Kafanızda yeni soru işaretleri oluşturabilmek ve sizi öykü üzerine biraz olsun düşündürebilmek için hazırladığım “kitapsız” öykücülerle röportajlarımın dördüncüsü karşınızda.
İnternetteki en nitelikli edebiyat neşriyatlarından birisi olan altzine’den ödüllü bir öykün var: “Yedek Talihli”. Öykülerine geçmeden önce seni biraz tanıyabilir miyiz? 2003 yılında reklam sektöründe çalışmaya başladın. 2003 yılı öncesinde neler yapıyordun?
Okuldaydım. Bilinçli bir şekilde edebiyat okumak istedim. İstanbul Üniversitesi’nde İngiliz Edebiyatı okudum. Okul, beni ve o dönemdeki arkadaşlarımı çok zorladı. Ama hiç pişman değilim. Bugün yine okul okusam, edebiyat okurdum. İstanbul’da okuduğum dönemde, İngiltere’deki Sussex Üniversitesi’nde Avrupa Çalışmaları yaz okuluna katılmıştım. Lisanstan dört beş yıl kadar sonra da İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde Kültür Yönetimi yüksek lisansına başladım. Yazar olmaktan başka hiç bir şey düşünmedim hayatımla ilgili. Hani bazı insanların bazı yetenekleri vardır. Çizebiliyordur, dikiş dikebiliyordur filan bende onlar yok. Ben okumayı ve yazmayı biliyorum, o kadar. Çocukken de kompozisyon yarışmalarına katılarak kazandığım ödül kitaplarımla ve kalemlerimle evde havaya girmiştim yazar olacağım diye.
Okul bittikten sonra ne yapacağım diye düşündüm çünkü kimse “Okulun bitmiş, gel buraya canım haydi yazmaya başla!” demiyor. Aslında bir arkadaşımın aklına girmesi ile başladı. Bir de Kurtalan Ekspres grubunda elektro gitar çalan rahmetli Bahadır Akkuzu’nun reklam ajansı vardı, o önermişti reklam yazarlığı ile başlamamı. Bütün yazarların bu işi dönem dönem yaptığını, üstelik çok da eğlenceli bir iş olduğunu söylemişti.
İşe spor ayakkabı ile gitmek istiyordum. Bütün gün muhabbet etmek, kahve içmek ve yazmak istiyordum. Tabii üzerine bir de bana para versinler istiyordum. Bunun da karşılığı reklam yazarlığıydı. Reklam bilgim de geçmişim de yoktu. Terminolojiyi bilmiyordum.
Çok tesadüfi bir şekilde oldu aslında, tanıdığım da yok, İdil Akoğlu (şair Haydar Ergülen’in eşi) özgeçmişimi görüyor. İdil Hanım, bu çocuk salak herhalde, akademisyen olacak potansiyeli var, neden başvuruyor, diyerek; merak ettiği için beni iş görüşmesine çağırıyor. Görüşüyoruz, yarın gel başla, diyor. Bütün hikâye böyle başladı. Hiçbir reklamcılık kodu bilmiyordum, yazmayı biliyordum. O da yetti. Yavaş yavaş öğrendim sonra.
İdil Hanım’ın ilk düşündüğü gibi, akademisyen olmak konusunda herhangi bir düşüncen oldu mu?
Hayır, hiç denemedim. Reklam sektöründe altıncı, yedinci yılımdan sonra “Gel birazcık anlat yeni yetişen insanlara.” dediler. Çünkü ben çok şikayet ediyordum. “Hiç okumuyor bu çocuklar, iyi okuldan çıkanın da pratiği çok eksik.” şeklinde. “Siz hiç mi kitap okumuyorsunuz?” diye soruyordum onlara. Ben bu duruma isyan etmektense, elimi taşın altına sokayım da bari bir hayrım dokunsun diye düşündüm. Çünkü reklam sektöründe çok iyi adamların elinden çıktım. Bu sorumlulukla başladım. Bahçeşehir Üniversitesi’nde, Miami Ad School’da, Portfolio Reklam Okulu’nda, İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde, Reklamcılar Derneği’nde derken reklam yazarlığı eğitimleri verir oldum. Böyle giderse, tam zamanlı akademisyenliğe belki önümüzdeki yıl başlayabilirim.
Hep yaratıcı bir şeyler yapmak istiyordum ama bu çevirmenlik mi olur, editörlük mu olur, reklam yazarlığı mı olur emin değildim. Üniversitede arkadaşlarımla televizyondaki bir spor programı için çeviriler yapardık mesela. Kendi kendimize küçük oyunlar yazardık. Çocukken de, tiyatro oyunu yazıp onu oynamayı çok severdim kuzenlerimle. Reklamcılık sonradan şekillendi, üniversitenin son zamanlarına denk geliyor. Yaşam kaygısı başlıyor. Çünkü edebiyat okuyan herkes, mezun olduğunda akademisyen olacağını zanneder. Ama öyle olmayabiliyor.
Reklam sektörü başka alanlardan kopup gelebilecek kişilere açık mı? İnsan yazmak konusunda yaratıcıysa, farklı geçmişi, farklı sektörde çalışmış olması söz konusu olsa da kendisini yaratıcı yazarlık anlamında ispatlamanın bir yolunu bulabilir mi?
Mümkün. Reklam sektöründe böyle örneklere rastlıyoruz. Bankada üst düzey yönetici veya yeminli mali müşavir, mühendis gelip reklamcı olmaya karar verebiliyor. İşin ilginç tarafı, benim kendi sektör istatistiğim, en yaratıcı olanlar reklam okumayanlardan çıkıyor. Çok ilginçtir. Özellikle metin yazarları. Fizik, kimya, mühendislik okuyan arkadaşlarım da var reklam sektörüne geçiş yapan. Ama geçiş yapmak isteyenler için eklemeliyim, bizde kariyer stajyerlikten başlar. Otuz yaşına gelen adam için de bu durum aynı. Bizim sektörün en acımasız tarafı budur. Kaç yaşında olursan ol, hep en alttan başlarsın.
5 Kasım tarihinde theMagger’da yayımlanan yeni projen Culture Multure hakkındaki röportajını okudum. Reklam sektörüne metin yazarı olarak girdin ve yaratıcı grup Bunları anlatabilir misin?
Aslında Culture Multure ikinci ve en yeni proje. İlk proje ise Kontratak, tamamen spor iletişimi yapan bir reklam ajansı. Öykü dosyalarım ve ajanslar dışında farklı bir projem daha var ama o daha olgunlaşmadı.
Özgeçmişini okuduğumda aynı anda birbirinden farklı işler yaptığını görüyorum. Özellikle reklam ajansından ayrılmadan önce, işlerine ek olarak bir yandan İstanbul Bilgi Üniversitesi Kültür Yönetimi bölümünde Yüksek Lisans, bir yandan da önce Galatasaray dergisi’nde ve 4 4 2 dergisinde futbol yazıları, Reset ve Bant’ta ve sonra blogun Moodtrack’da müzik yazıları ve Futuristika, altzine, Mahalle Baskısı isimli Ankara merkezli bir dergi için öyküler yazdın. Farklı alanlarda yazmak birbirini besliyor mu yoksa acaba tek bir yöne ağırlık versem daha başarılı olur muyum endişesi zaman zaman beliriyor mu?
Aslında hep aynı şeyi yapıyorum. Özgeçmişimi incelediğinde ilk bakışta “vay be yapmadığı şey yok” dedirten bir algı söz konusu olsa da aslında hepsinde hikâye anlatıyorum. Galatasaray dergisinde yayımlanan yazılarımın hepsi hikâyedir, hiçbiri maç yazısı değildir. Tribünde olan enteresan şeyler, çoğunlukla komik hikâyelerdir. Başıma gelen, benim gözlemlediğim, uydurduğum… Çoğunun maçla ve skorla ilgisi yoktur, zaten aklım da teknik yorumlara ermez, sevmiyorum. Aynı şekilde 4 4 2’de taraftar hikâyeleri, anlık kesitler. Bant, Reset ve Moodtrack’te de öyle mesela seçtiğim şarkı ne zaman dinlenir ve şarkının hikâyesi nedir şeklinde bir anlatım yolu seçtim. Derslerde de zaten hayatta herkesin iyi bir fikri olduğunu anlatıyorum. İyi bir fikri hikâyeye dönüştürmenin yolunu da ben on senede biraz öğrenmiş olabilirim, bunu reklam yazarsak nasıl yaparız; blog yazarsak nasıl yaparız şeklinde anlatmaya çalışıyorum. Bir tane şey biliyorum: “hikâye yazmak” ve sevdiğim şeylere bu bildiğime inandığım şeyi aktarıyorum. Futbol ve müzik bunlardan ikisi. Reklam da otuz saniyelik bir hikâye benim için.
Portfolio Reklam Okulu ve Miami Ad School İstanbul’da verdiğin “reklamcılıkta hikâye kurma” dersleri nasıl başladı?
Sektör içi eğitim reklam sektöründe çok olur. Konuşmalar olur. Yurtdışından bir ödül alırsınız, sizinle röportaj yaparlar. Reklamcılık bölümü olan okullardan çok davet alırsınız. Belli bir aşamaya geldiğinizde, ödüller aldığınızda isim yaparsınız ve gel bize anlat derler. Benim de böyle oldu.
Seninle röportaj yapmak istememin asıl sebebi öykülerin. İnternetin en nitelikli edebiyat neşriyatlarından birisi olan altzine’de yayımlanan iki öykün var. Üç ve Yedek Talihli. Yedek Talihli ile 2010 Altkitap Öykü Ödülü ikinciliğin var. Hem de bu ödülün Seçici Kurulu Adnan Kurt, Cem Uçan, Murat Gülsoy ve Yekta Kopan’dan oluşuyor. Öykülerinden birinin ödül alması nasıl bir şey? Hem de değerli bir Seçici Kurul tarafından.
Çok ilginçtir ben bu yarışmanın varlığını, bitişine bir gün kala öğrendim. Setteydim, çekimdeydim. Aklımda bir hikâye vardı. “Hanımlar Beyler” isiml öykü dosyamdaki beylerden biri. Bu dosyamda birçok hanım ve bey var. Gece setten çıkıp eve gelip, saat ondan sabah altıya kadar bitirip son haline getirdim ve gönder tuşuna basıp, gönderdim. Beni heyecanlandıran şey aslında, seçici kuruldaki insanların öykümü okuma ihtimaliydi. Yani ödülde filan gözüm yoktu aslında, bir okusunlar istedim. Hani, ne düşünecekler diye…
Yarışma öncesinde yazdıklarını birilerine göstermiş miydin?
Futuristika’daki Kadınlar Günü yazımı Buket Uzuner okumuş ve siteye yorum bırakmıştı. Yekta Kopan’a arada yazdıklarımı gönderirim. Özellikle “Sepya” dosyam konusunda, formatına kadar bana yardımcı olmuştur. Eleştirisini yapar, vakit ayırır, çok değer verir, sağolsun. Onun dışında öyküden önce deneme gibi yazıyordum. İlk kez bir öykümü altzine’deki bu yarışma ile ortaya çıkardım.
Futuristika’daki öykülerine yani “Sepya” isimli dosyana gelirsek… Futuristika’yı nasıl buldun, bağlantı nasıl gelişti?
Futuristika benim çok ilgimi çeken, beğendiğim bir mecraydı. Takip ediyordum severek. Sitenin içeriği ile ilgilenen arkadaşlarla iletişim kurdum. Ben sizi çok beğeniyorum, bir tane yazım var gönderiyorum bir bakın, sitenizde çıkmasını çok istiyorum dedim. Yıllar sonra birbirimizi çok seven insanlar haline geldik ve artık azar bile işitiyorum yazı göndermeyince.
“Sepya” dosyanı sahaflarda bulduğun fotoğraflar üzerinden kurguladığın metinler oluşturuyor. “Çünkü Rosa” ve “Müjdeci” öykülerinin oluşma süreci nasıl oldu?
Sahaflara her zaman meraklıyım. Param olsa gerçekten birçok kitabın ilk baskılarını toplayıp, vitrinde onları kristaller gibi yerleştiririm. Benim için çok değerliler. Ama sahaflarda sevmediğim bir şey var, o da bu eski fotoğraflar. Hep içimden geçiyordu bu fotoğrafları acaba kim buraya getiriyor diye. Neden bunlar burada satılıyor diye düşünüp üzülürdüm. En son zaten bu sebeple bir sahafla tartışmıştım Sahaf Festivali’nde. “Sepya” dosyasını oluşturmaya da bu şekilde karar verdim. Fotoğraflara bakarken sahafa fotoğraftakinin kim olduğunu sordum. Sahaf da bilmediğini söyledi. Ben de sattığı kitapların yazarlarını biliyorken nasıl oluyor da fotoğraftakilerin kim olduğunu bilmiyor, şeklinde sesli bir cevap verince, sahaf da “neden üzerime geliyorsun?” diye kızdı. (gülüşmeler) Mesela birisi yeni bir ev kiraladığında evin önceki sahiplerinden kalıyor bu fotoğraflar ve sokağa atılıyor. Tek başına yaşayan insanlar öldüğünde ondan kalanlar… Çoğunlukla çekimlerde dekor malzemesi olarak kullanılan fotoğraflar, gerçekten valizleri ile satılan fotoğraflar, tanesi elli kuruştan. Çok dokunuyor bana. Mezuniyet ve düğün fotoğraflarınız elli kuruş, düşünsenize… Hep o insanlar hayalet. Bu şehirde yaşamışlar, bir yerlerde. Ben de sahaflara söylenmekten vazgeçip, fotoğrafların hikâyelerini yazmaya karar verdim. Böylelikle “hikâyeleri sahiplerine geri verme denemesi” başladı. (Bu ismi Futuristika editörü Barış koymuştur.) Böyle söylemeyi çok seviyorum. Beni çok etkileyen on fotoğrafı sahaftan aldım. Onları çalışma odamdaki panoya astım ve bir hafta düşündüm, bu insanlar kimler? Nerede yaşamış olabilirler? “Sepya” böyle çıktı. İlk hikâye Roza isimli bir kızın hikâyesi. İkincisi ise bir kızkardeş hikâyesi. Tabii tamamen kurgu. İlk fotoğraftaki adam ve kadın baba kız da olabilir ama ben başka türlü kurguladım. Ayrıca olacağını beklemiyorum ama, o insanların anısına “fotoğraftakileri tanıyan varsa bize ulaşsın” notunu da iliştirdim.
Öykü yazmaya yeni başlayanların ve hatta edebiyat çevreleri tarafından öykü kitapları merakla beklenen öykücülerin bazıları da yeni öykülerini edebiyat dergilerine gönderip bir nevi nabız yoklarlar. Edebiyat dergilerinden birisine hiç öykü gönderdiniz mi?
Öykü dosyalarına gelecek olursak…
Birincisi “Hanımlar Beyler” isimli öykü dosyam. İçinde beş hanım ile beş bey var. Beylerden birisi altzine’den ödül alan Yedek Talihli isimli öykümün Rıza Bey’i. Aslında dosya bitti. Ondan fazla, yirmi hikâye var ama ben ona indirdim. İkincisi ise Futuristika’da bir kısmı yayımlanan “Sepya”.
Arkadaş çevrenden gelen yoğun isteğe rağmen öykü dosyandan ayrılıp yayınevine göndermiyorsun bir türlü. İçeriğinde neler olduğundan emin olmamakla birlikte, bu yönünü çok özel bulduğumu itiraf etmeliyim. Yazma işiyle ilgilenen insanlarda bazen yazdıklarının niteliğini hep olduğundan fazla görme durumu söz konusu olur. Bununla ilgili matrak bir kurgu kitap var yeni yayımlanan, Murat Yalçın “İçimde Oğuz Atay ile Orhan Gencebay İkizi Yaşıyor – editöre postalar”. Böyle bir çevrede senin gibi insanların olduğunu görünce, ister istemez merakım artıyor yazdıklarınla ilgili. Ne zaman dosyanı yayınevlerinden birine gönderme zamanı gelecek? Yoksa “kitapsız” olarak son röportajın bu olabilir mi?
“Hanımlar Beyler” isimli dosyamdan ayrılamamamın sebebi oradaki öykülerim ile bir türlü helalleşememiş olmam. Aslında varlıklarından da çok memnunum ama bir türlü helalleşemedik işte. Çok naif gelecek belki ama öyle… Hala dönüp bakmam gerektiğini düşünüyorum. Karakterlerimi çok seviyorum. Hepsi çok gerçekler. Rıza gibiler, normal insanlar. Fantastik bir şeyler yazmıyorum. Çok sıradan şeyler yazıyorum. Bittiğine inandığım dört tanesini tanıdığım ve görüşlerine güvendiğim arkadaşlarıma gönderdim. Hepsi de “ne bekliyorsun?” diye sordular, ben de dedim ki bunlar zaten bitmiş olanlar.
Evet bir arkadaşım senin dediğin gibi, “artık bu son kitapsız röportajın olsun” diye takıldı bana, galiba öyle olacak.
Yayınevine göndermek kısmı de kitap dosyandan uzaklaşmakta zorlanmanın bir sebebi olabilir mi?
Hayır. Bu kaygısızlığım hoşuma gidiyor. “Sepya”yı kitaplaştırmak gibi bir düşünce aslında aklımda yoktu. Futuristika aracılığıya bir yayınevi bana ulaşıp dosyanın ne zaman tamamlanacağını ve dosyayı kitaplaştırmayı istediklerini ilettiler. O zaman aklıma Sepya’yı kitaplaştırmak girdi. Ama aslında bence “Sepya” sergi olmalı. Sonuç olarak istediğim, öykülerimi okutmak ve fotoğrafları sergilemek, bu kitap şeklinde de olabilir şu an bilmiyorum.
Önerdiğin kitapla ilgili aklıma şöyle bir şey geldi. Reklam sektöründe çalışınca insanlarda genelde şöyle bir yaklaşım olduğunu fark ediyorsunuz: “Aman bunu ben de yaparım.” Hamburger, telekominikasyon şirketi reklamları mesela. Ben de derslerimde şunu söylüyorum evet herkes fikir bulabilir. Ama reklam sektöründe şöyle bir fark var. Her gün fikir bulana para veriliyor.
Reklam ajansında bize çok fazla senaryo gelirdi. Hatta bir tanesi, Konya’da yaşayan bir vatandaş. Onun fikrini çalarak ödül kazanmak ile bizi suçladı. Ben onu nereden bilebilirim mesela. İlginç anım şu: Medina Turgul’da çalıştım bir süre. Orada çalışırken, Yavuz Turgul’a gelen senaryoları oğlu Kurtcebe Turgul (o zamanki patronum) okumam için bana verdi. Neler okuduğumu anlatamam. Güzeller de var ama yirmi dört yaşındaydım tam değerlendirebilecek durumda değildim tabii. Şimdi de Culture Multure’ı daha yeni kurduk, şimdiden gelen bir sürü özgeçmiş var. Ben böyle bir süreç hiç yaşamadım. Bir beklenti ile gönderdiğin şeye cevap gelmesini beklemek… Bilemiyorum. Sanırım ben böyle bir durum yaşamadığım için daha rahat bakıyorum. Dosyamı yayınevine gönderdiğimde, birisi okuyup beğenirse mutlaka arayacaktır diye düşünüyorum.
Hayır. Bu kaygısızlığım hoşuma gidiyor. “Sepya”yı kitaplaştırmak gibi bir düşünce aslında aklımda yoktu. Futuristika aracılığıya bir yayınevi bana ulaşıp dosyanın ne zaman tamamlanacağını ve dosyayı kitaplaştırmayı istediklerini ilettiler. O zaman aklıma Sepya’yı kitaplaştırmak girdi. Ama aslında bence “Sepya” sergi olmalı. Sonuç olarak istediğim, öykülerimi okutmak ve fotoğrafları sergilemek, bu kitap şeklinde de olabilir şu an bilmiyorum.
Önerdiğin kitapla ilgili aklıma şöyle bir şey geldi. Reklam sektöründe çalışınca insanlarda genelde şöyle bir yaklaşım olduğunu fark ediyorsunuz: “Aman bunu ben de yaparım.” Hamburger, telekominikasyon şirketi reklamları mesela. Ben de derslerimde şunu söylüyorum evet herkes fikir bulabilir. Ama reklam sektöründe şöyle bir fark var. Her gün fikir bulana para veriliyor.
Reklam ajansında bize çok fazla senaryo gelirdi. Hatta bir tanesi, Konya’da yaşayan bir vatandaş. Onun fikrini çalarak ödül kazanmak ile bizi suçladı. Ben onu nereden bilebilirim mesela. İlginç anım şu: Medina Turgul’da çalıştım bir süre. Orada çalışırken, Yavuz Turgul’a gelen senaryoları oğlu Kurtcebe Turgul (o zamanki patronum) okumam için bana verdi. Neler okuduğumu anlatamam. Güzeller de var ama yirmi dört yaşındaydım tam değerlendirebilecek durumda değildim tabii. Şimdi de Culture Multure’ı daha yeni kurduk, şimdiden gelen bir sürü özgeçmiş var. Ben böyle bir süreç hiç yaşamadım. Bir beklenti ile gönderdiğin şeye cevap gelmesini beklemek… Bilemiyorum. Sanırım ben böyle bir durum yaşamadığım için daha rahat bakıyorum. Dosyamı yayınevine gönderdiğimde, birisi okuyup beğenirse mutlaka arayacaktır diye düşünüyorum.
En sevdiğin yazarlar kimler? Türk, Dünya, başucu kitapları, yeniler? Öykü ile sınırlamasak da olur.
Füruzan, Sait Faik Abasıyanık, Sabahattin Ali, Tomris Uyar, Vüs’at O. Bener, Tezer Özlü, Oğuz Atay, Ahmet Hamdi Tanpınar, Nazlı Eray, Yekta Kopan. Hak ettiği değeri bulmadığına inandığım Ferhan Şensoy. Dünyadan: Kipling, H. Kureishi, D. H. Lawrence ile başlayıp sonu gelmeyecek tüm ders kitaplarım. Milan Kundera, Ferdando Pessoa, Paul Auster, Terry Pratchett, Jose Saramago, Oscar Wilde. Tür ayırt etmeden dönüp dönüp yazdıklarını okuduğum yazarlar: Umberto Eco, Eduardo Galeano, Boris Vian, Herman Hesse. Kendi jenerasyonumdan: Barış Bıçakçı, Mahir Ünsal Eriş, Seray Şahiner, Alper Atalan, Yalçın Tosun.
Takip ettiğin edebiyat dergileri, edebiyat blogları, websiteleri?
Edebiyat dergileri: Notos, Dünyanın Öyküsü, İtibar Dergisi, Aşiyan, Sarnıç Öykü, Varlık, Granada, İzafi Dergisi, The Writer Magazine, Mslexia (sadece kadın yazarlara özel bir edebiyat dergisi)
Bloglar: Page turner, 5 harfliler, koltukname, Litkicks, Ayşe’nin Kitap Kulübü, Yazar odası, Okuduğum kitaplar, konserve ruhlar ve tabii ki algodón edebiyat.
Web siteleri: Altzine, Futuristika, Edebiyat Haber, Electric Literature, Okur-yazarlar,Egoistokur, Cutaway Magazine, Cassiopeia Magazine, On8 Kitap, Book Riot, One Story.
Öykü türünde ısrarcı mısın yoksa başka türlerde yazmayı denediğin veya düşündüğün oldu mu?
İçimden geleni yazıyorum, onlar öykü oluyor. Hep kendimi öykücü gibi gördüm. Alice Munro 2013 Nobel ödülü alınca şöyle demişti: “Umarım öykünün romana geçmek için bir basamak olmadığı böylelikle anlaşılır.” Bu sözü çok değerli buluyorum.
Herkesin roman yazabileceğini düşünmüyorum. Şu anda bunu söyleyebilirim ama sonradan elli yaşıma geldiğimde ne olur bilemiyorum. Reklam sektöründe de dizi yazarlığına geçen arkadaşlarım var. Bana doksan dakika çok uzun geliyor. Ben otuz saniyede veya iki dakikada hikâyeler yazmaya alıştığım için edebiyatta öykü türü bana daha uygun.
Nasıl okursun? Tek kitaba odaklanır mısın yoksa birarada başka kitaplar da olur mu?
Aynı anda beş kitap okuduğum olur. Metroda da okurum, masabaşı ders çalışır gibi okududuğum kültür girişimciliği kitaplarım da var. Uçaklarda okuduğum kitaplar var. Kırkbeş dakikada İzmir’e giderken okuduğum kitaplar. Mahir’in ilk kitabını Antalya’ya giderken uçakta okuyup bitirmiştim mesela. Kırk dakikada çıt diye. Teori kitapları okumayı da seviyorum. Umberto Eco ve Adorno’nun döne döne okuduğum kitapları var. Yatarak kitap okuyamayanlardanım, yatınca uykum gelsin diye okuduklarım da var ama koltukta okumayı daha çok severim. Sadece kulaklığım olmalı. Hızlı okurum. Günde iki kitap okuyabilirim. Edebiyat okumanın bana kazandırdığı bir şey bu. Arkadaşlarım şaşırırlar. Yetenek değil bu, hızlı okurum.
Nasıl yazarsın? Öykülerin bir oturuşta mı çıkar yoksa notlar alıp sonradan birleştirir misin?
Bir defada yazdığım bir öyküm var. Ama genelde not defterlerim var bir sürü. Cep telefonumun not bölümü de doludur. Hikâyelerimin nasıl başlayıp nasıl biteceğini biliyorum ama yazmadan önce kafamda üç beş gün gezdiriyorum fikrimi. Rıza mesela, Rıza nasıl bir adam, rakısını nasıl içer, Rıza’nın karısı nasıl bir kadındır, kızının etek boyu ne kadar… Hep yazmadan önce biliyordum.
Bazen sondan başa yazarım. Roza’nın mesela, önce sonunu yazmıştım. Biliyorum çünkü yazarken şekil değiştiren bir öyküm olmadı. Aslında olsun isterim, daha iyi bir fikir gelsin aklıma.
Karakteri kafamda birkaç gün gezdiyorum derken onlarla yemek yiyorum, onları rüyamda görüyorum. Kendi yazarlığımla ilgili sevmediğim şeyler de var bir sürü ama en sevdiğim şey, sıradan insanları yazıyor olmam. Okuyan arkadaşlarımın bana ilettiği, okuyunca karakterleri tanıyor gibi oldukları hissi bundan kaynaklanıyor olabilir.
En son, hangi…
…oyunu izledin? Bu sezon henüz oyun izleyemedim. Geçen sene “Ölüleri Gömün” adlı oyunu izlemiştim.
…filmi izledin? Yozgat Blues.
…kitabı okudun? Hakan Günday, Daha.
…albümü dinledin? Jamie Cullum, Caro Emarald.
…konsere gittin? İstanbul Caz Festivali’nde Hypnotic Brass Ensemble.
…sergiyi gezdin? İstanbul Bienali’nde bir iki sergi dolaştım.
Bize vakit ayırdığın için teşekkür ederiz. Öykü dosyalarının yayımlanmasını merakla bekliyoruz.
*Bu yazı 26.11.2013 tarihinde burada yayınlanmıştır. theMagger'a teşekkürler.
Yorumlar
Yorum Gönder
Yorumunuz için teşekkür ederiz. Yazar tarafından yorumunuz onaylandıktan sonra yayımlanacaktır.
Thank you for your comment. It will be published upon approval by the author.