Öykü Yazarlarıyla Söyleşiler (6): Eyüp Tosun

Altı numaralı söyleşimin konuğu Ankaralı Eyüp Tosun. Notos edebiyat dergisinin “Bu fotoğrafın öyküsünü yazar mısınız?” yarışmasına seçilen öykülerden birisinin yazarı. Öykü yazmak kafasının içinde dönüp duran, iflah olmaz bir okur-yazar. Yazılarını paylaştığı bir blogu da var. Bir süredir İstanbul’da yaşıyor, İstanbul’a alışmaya çalışıyor. Çay içerken yakaladım onu ve sordum da sordum.


Üniversitede edebiyat okumaya nasıl karar verdin?

Aslında önceliğim edebiyat değildi. Ankara DTCF’de Dramaturji okumak istiyordum. Hatta gidip oradan bir hocayla bile konuşmuşluğum var. Ama o sırada üniversite tercih sonuçları açıklandı. Kendimi Selçuk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde buldum. Pişman değilim. Şöyle ki, böyle saçma bir sistemde edebiyat okumak benim için pişmanlık sebebi olabilir ama ben kendi adıma pişman değilim. Ben o dört yılı çok iyi değerlendirdiğimi düşünüyorum. Ve mektepli biri olarak anılmak istemiyorum edebiyat ortamında bilakis ben de alaylıyım çünkü okulu sadece diploması için kullandım. İş ve askerlik için bu şart. Bunları söylemek acı ama gerçekten durum çok vahim biraz da bunun tahayyül edilebilmesi için böyle konuşuyorum. Edebiyat fakülteleri gelenekçi tavrını derhal bırakmalı ki hafiften bir 19 yüzyıla falan gelebilsin. Sonra kısmetse günümüze!

Edebiyatı sevmeni sağlayan yazarlardan ilk aklına gelen beşi?

Cengiz Aytmatov, Dostoyevski, Orhan Kemal, Sait Faik ve John Steinbeck.

Edebiyat okumaya karar vermeden önce nasıl bir hayatın vardı? Ankara’da doğmuş birisi sana göre İstanbul’da doğan birisinden ne kadar farklı olabilir?

Ankara’nın ağır taşra tarafında, Mamak’ta, doğdum ve büyüdüm. Okula zoraki giden bir yapım vardı. Okulları hiç sevemedim çünkü eğitim sistemimiz bir halta yaramıyor. Hocalarımızın arasından idealist olanlar da, arada bir şeyler yapamadıklarından kaynayıp gidiyorlar. Sonuç bedenen okulda bulun ama manen kendine bir dünya kur. Bu cümle ilkokuldan itibaren benim düsturum oldu. Yoksa kafayı yerdim.

Ankara’da doğmak ya da İstanbul’da doğmak mesele değil. Mesele hangi şartlarda neredesin ve aile. Hem madden hem manen ailen ne düzeyde. Yani Ankara’nın her yerinde doğmak aynı değildir. İstanbul’un da öyle. Ama çok kişisel bir şey bu. Bence İstanbul’da doğmakla Ankara’da doğmak arasında çok fark var. Taşrada doğup büyüdüğümden dolayı şanslı hissediyorum kendimi. Çünkü erken olgunlaşmayı emreder taşra sana. Ama büyüyünce de çocukluğunu herkesten çok sen hatırlarsın. Genelde tüm tatillerde çalışan bir yaşamım vardı. Çok seneler çaycılık yaptım. Kevser Çay Ocağı’nda. Müthiş bir şeydi.

İstanbul’un Ankara’sı var. Ama Ankara’nın İstanbul’u yok. Bu nasıl anlatılır henüz bilmiyorum ama üzerinde düşünüyorum bir gün anlatacak kadar dolarsam ilk sana anlatacağım söz…


“Ankara’nın nesini seviyorsun yahu!” diyenlere kızmamayı başarabiliyor musun?

Başarıyorum ama tamamen nezaketimden. Yoksa küfredecek seviyedeyim. Çünkü kıyaslama sadece “Ama orada deniz yok ki” ile oluyor. Bu son derecede iç acıtıcı çünkü Ankara’nın atmosferi çok farklıdır. Bir de insanlar bilmez ama Ankara, İstanbul dışındaki tüm taşranın baş şehridir aynı zamanda. Yani Ankara bir yatılı okuldur, diplomasında “istikamet İstanbul” yazan. İstanbul’da yaşamak önemlidir evet ama yaşamak bir yolsa, uğradığın yerleri bir düşünmek ve unutmamak gerek diye düşünüyorum.

Benim Ankara’yı seven tarafım ağır, naif ve kırılgandır. Bu konuda espri kaldıramıyorum. Ama sevmeyene de eyvallah derim çünkü insan bir yerden huzur alamadı mı orada ne olursa olsun sevemez.


Dergicilik geçmişinden biraz bahseder misin? Nasıl başladı? “Müsvedde” dergisinin kaç sayısını hazırladın?

Ortaokul yıllarında, belki de ilkokul son sınıfta olabilir. Bir duvar dergisi çıkartırdım. Adı klasik “Öğrencinin Sesi”. Ama çok acemice ve belki de kimsenin hatırlamadığı bir şey. O zamanlardan beri şundan emindim benim mizanpaja, tasarıma bir ilgim vardı. Hep olacak da.

Üniversitenin ilk günü. Fakülte kapısından içeri girdim. Bir grup öğrenci stant açmış. Dergi satıyorlar. Beni de durdurdular ve üç tane aldım. Sonra o dergiye şiir gönderdim. Derginin adı “Kırk Bir Kere Edebiyat”. Benim ilk kez bir şeyim orada yayınlandı. Yıl 2006 sanırım. Sonra bir yıl geçti. Bu dergiyi çıkaranlar mezun olacaklar. Bana devretmeyi uygun görmüşler. Dört sayı çıkardım. Güzel bir ekiple. Sağ olsunlar. Sonra tek başıma aylık bir dergi çıkarmaya karar verdim. Yoğun bir düşünme aşamasından sonra “Müsvedde” doğdu. Yıl 2009. Benim her şeyim. Grafik tasarımından, yönetimine, basımına kadar her şeyiyle ilgilendiğim ve işin tüm cilvelerini bizzat öğrendiğim işti. On iki sayı çıktı. Tam kapatmadım ama belirsiz bir durumda şu an. Kısmet.

İstanbul dışında dergi çıkarmaya çalışmanın İstanbul içinde dergi çıkarmaktan farkı sana göre nedir?

Bir kere merkez dışındasın ve tü kakasın. Burada merkezde çıkan büyük dergiler hiç kusura bakmasın hepsinin İstanbul dışında çıkan dergilere olan ilgilerini ben yakinen bilirim. Çok küfür yiyorlar bunu bilsinler. Çünkü taşrada çıkan bir derginin tek istediği şey İstanbul’da çıkan x dergisi bizi görsün (ki her sayı gönderilir) ve bir ses versin. Ama vermezler. Cevap hakkı versen mazeret olarak yoğunluğu öne sürerler. O zaman yapmayacaksın bu işi. Kalk git! Neyse bu konuda epey doluyum geçelim.

İstanbul’da dergi çıkarmanın hiç olmazsa şu avantajı var o da bu işin ilgi gördüğü kitabevlerine rahatça dergini bırakabilir daha rahat sesini duyurabilirsin. Yani sırf Kadıköy, İstiklal ve Beşiktaş’taki belli başlı yerlere bile bıraksan bu işin reklam kısmını büyük ölçüde halletmiş olursun ama okunma kısmının derginin illa İstanbul’da çıkmasıyla bir alakası yok. Dergi okumuyoruz bu bir gerçek!

İstanbul’da dergi çıkarmak gibi bir düşüncen var mı?

Dergi çıkarma düşüncem hep var. Dergicilik işi bana göre bir delilik hâli ve aktif olarak bir şey yapmasan da hep düşündüğün ve hayal ettiğin bir şey. İsterim hem de çok.

Öykü dışında deneme türünde de yazıyorsun. Deneme yazmaya ne zaman başladın?

Denemeye üniversite zamanlarında başladım. Sevdiğim bir tür. Ama onu da kurmaca yapıp biraz öyküye yaklaştırdığım oluyor. Karışık bir tür deneme. Şehirler, sokaklar, trenler, tabelalar gibi birçok şeye deneme yazasım var.

Kendi hazırladığın edebiyat dergileri dışında ilk yayımlanan öykün 32 sayılı Notos’taki (2012 Şubat- Mart) “Annemin Kaderi”. Öykünü dergiye göndermeye nasıl karar verdin? Biraz anlatır mısın?

Notos hep alıp okuduğum bir dergi. Bu işi iyi yapıyorlar. O fotoğrafa öykü istedikleri kısım ise harika bir olay. Yani genel olarak da istiyordum dergiye öykü göndermek ama cesaret edemiyordum. Çünkü başka dergilerden epey hayal kırıklıklarım olmuştu. Sonra bir heyecanla sabah vakti gönderdim. Başımı ağrıtan beni yoran bir öyküydü. Ama göndermek bir tıkla mümkün, ne acı değil mi? Böyle işte güzel bir süreçti benim için. Gönderirken farklı bir heyecanım vardı. İlk kez gönderiyordum Notos’a, hiç olmazsa bir cevap versinler niyetindeydim sadece. Bu bile mutlu ederdi beni.

Öykü ile ilgili geri dönüşler oldu mu? Nasıl?

Epey bir geri dönüş oldu. Yani herhangi bir yazar ortamım yok ama facebook’tan birkaç yazar mesaj attı sağ olsunlar. Ama en güzel geri dönüşü annemden oldu. Annem okuma yazma çok bilmez. Ama dergiyi eline aldı. Halıya oturdu. Gözlüğünü taktı. Yavaş yavaş okudu. Bitirdiği an da bana bakışı çok anlamlıydı. Bu benim için yeterliymiş meğer. Çok ağladım buna. Ha dergiye bir de çay döktü al sana bir öykü daha!

Dergilere öykülerini gönderen öykü yazarları bir gün öykü kitapları olsun isterlerler. Senin için de böyle mi? Bir öykü dosyan var mı?

İstemez olur muyum. Ne de güzel olur. Öykü dosyam vardı. Notos’ta öyküm yayımlanınca sildim. Bu da çok garip bir duyguydu mesela. Notos’ta öykümü görür görmez tüm öykülerimi sildim. Nedeni hem çok hem yok. Ama yine olacaktır, yani öyle umut ediyorum. Öykü yazmak güzel bir şey ama çok üretken biri değilim. Kafamın içinde neler var ama işte yazmak öyle acayip bir meleke ki canı sağ olasıcası…


Edebiyat dergilerine öykü gönderdiğin ve öykülerinin yayımlanmadığı oldu mu? Çünkü biliyoruz bazen gönderilen sayıların çokluğundan, tüm öyküler okunamıyor…

Olmaz olur mu hiç çok hem de. Zaten dergiciliğe merak salıp kendimi ona adama sebebim de o. Hayal kırıklıkları ve ümitsizlik. Yazmaya başlamak ilk başlarda bir ses arayışıdır insan için. İnan ki illa takdir edip beğeni almak değil. Düşün ya bir şeyler yazıyorsun ama hiç kimse okumuyor. Bu ne kadar acıdır bilir misin? Sonra dedim bu sırça köşkünde homurdanan insancıkların bizi sallayacağı yok bir dergi çıkarayım. Hem kendi yazılarımı yayınlayım hem de benim gibi bu işe hevesli insanların sesi olayım. Oldu da. Hem de çok güzel oldu. Ama bu çocukken baba olmak gibi bir şeyi doğurdu. Kendi yazı yazma uğraşımın heyecanlarını yaşayamadan başkalarını derdine düştüm. Onlar için iyi oldu ama benim birçok işim sarktı. Olsun birçok kişinin içinde ukde kalmasına engel oldum ya bu bana yeter.

Öykü yazarken bir kerede yazıp bitirdiğin öykülerin oldu mu? Yoksa üzerinden çok fazla geçerek yazmak şeklinde mi gelişiyor süreç?

Her ikisi de oluyor. Genelde uzun bir düşünme ve not alma evresi, sonra yazı. Ama işte biliyorsun benim istememle ya da istemememle alakalı bir durum da değil bu iş. Genelde öykü hanımın isteğine göre şekil alıyorum. Elimden geldiğince ona uymaya çalışıyorum ama şartlar işte bazen öyle anlarda geliyor ki not alma fırsatı bile olmayabiliyor. Hiç anlayışlı biri değil. Evlat olsa sevilmez. O derece.

Türk edebiyatında son yıllarda edebiyat eleşitirisi yapılıyor mu?

Bence yapılmıyor. Hiç yapılmıyor diyemem ama yok yani varsa da ben bilmiyorum. Eleştiriyi kitap eklerinde beklemek çok yanlış çünkü bu kitap ekleri yayınevlerinden aldıkları reklamlarla ayakta duruyor. Diyeceksin ki hem reklam versinler hem de çatır çatır eleştiriyi kabul etsinler. Bence de böyle olmalı ama buna inanmayı umut etmek bile geçmiyor şartları ve insanları düşündüğümde!

Neyse geçmiş dönem edebiyatımıza yönelik eleştiriler var, ama senin sorun günümüz edebiyatı için olduğundan ben bunun üzerinden cevap veriyorum. İnsanlar eleştiri konusunda tahammülsüz. Buna anlam veremiyorum. İlk günlerini unutuyor bence herkes ya da onlar ilk günlerinden beri böyle şımarık. Bir de eleştiriyi sadece iyi, yani olumlu, anlamda kullananlar var ama eleştirilmek, bilakis olumsuz anlamda eleştirilmek gibisi yoktur. Yazarlarımız buna tahammül edip belirli bir nezaket çevresinde cevap haklarını kullanarak bu geleneği sürdürse tadından yenmez bir ortamımız olur.

Ben eleştirmenlere de çok kızıyorum. Eleştirmen, “Ya bunun da ilk kitabıymış yazık şevkini kırmayım, bu da şu yayınevinden çıkmış aman dokunmayım, bununla şurada çay veya rakı muhabbetim var aman ondan olmayayım, bunun eşi eşimle sırdaş,” vs. gibi duygularla hareket etmemelidir. Eleştirmenlik bence en zor uzmanlık alanlarından biridir. Ve umut ediyorum ki istediğimiz seviyede böyle bir ortam olsun. Buna o kadar çok ihtiyacımız var ki.

Söyleşi için çalışırken blogundaki blog listende benim de yer aldığımı gördüm, teşekkür ediyorum. Edebiyat blogları sana göre ne vaziyette? Takip etmekten en hoşlandığın birkaç tanesi?

Rica ederim. Blogları önemsiyorum. Ama asıl amacına uygun olarak kullanıldığını düşünmüyorum. Yani burada bile insan beğenmediğini söyleyemeyecekse nerede söyleyecek değil mi? Bakıyorum hep olumlu. Olumsuz olsun gibi düşünce de değilim elbet ama eleştirmeye ufaktan buradan başlamalıyız bence. Kendime de söylüyorum bunu.

Takip etmekten hoşlandığım bloglardan bazıları, Algodón EdebiyatDerin Hakikatler, Fil Uçuşu, Ruhuna Kitap, İstanbul Gezentisi, Kırmızı Bisiklet, Yusuf Çopur, Murat Gülsoy, Bülent Usta gibi yazarlarımızın blogları. Daha çok var, ama aklıma bunlar geldi şimdi diğerleri kusura bakmasın.

Okunmayı hak eder seviyedeki edebiyat blogları hak ettiği ilgiyi görüyor mu yoksa twitter daha mı çok ilgi çekici? Hoop kısacık yazılar… Verilen linkler sanki okunmuyor pek, ne dersin?

Her şeyin bir devri var artık. Sahici anlamda bitmeyecek tek gerçek, evde kitabını alıp okuman ya da yazı başına oturma gerçeğindir. Bunun dışında hayatta her şey eskiyor ya da tekrar gündeme geliyor.

Link verme işinin -masaüstü bilgisayarların hatta dizüstü bilgisayarların kullanımlarının giderek azaldığını düşünürsek- artık çok fazla bir şey ifade ettiğini düşünmüyorum. Bu yakın zamanda iyice bunaltıcı olacak. Ama şu an hâlâ bir gideri var. Link vermek yerine uzun ya da geniş boyutlarda tek bir görsel ekleyerek bu şekilde söyleyeceklerimizi paylaşabiliriz. Ya da yazdığımız şey oraya sığmayacaksa ufak bir özeti orada verip ardına linki verebiliriz. İnsanlar artık uğraşmak istemiyor. Ben parmağımla sürüklenip giderken bana ne vereceksen ver mantığıyla bakıyor olaya. Bunun faydalı olacağını düşünüyorum. En azından ben artık böyle yapacağım.

Okudum ve hayatım değişti diyebileceğin kitaplardan aklına gelen ilk üçü?

Suç ve Ceza, Çikolata (Orhan Kemal’in öyküsü), Gün Olur Asra Bedel.

Hangi edebiyat dergilerini satın alırsın? Edebiyat dergiciliğinin eksik yanları var mı? Nedir?

Üniversite yıllarında daha çok dergi alırdım. Hatta çoğu taşrada çıkan dergileri bile alırdım ama artık o kadar çok almıyorum. Notos, Sompla Ka, Sarnıç Öykü, Natama, Dergâh sürekli almaya çalıştığım dergilerden.

Edebiyat dergiciliğinin eksik yanları say say bitmez. Bana göre en önemli eksiklik görselliktir. Görsel olmayan şeyin artık bir işlevi olmayacağı anlaşılmalıdır. Hele ki yeni nesil için. Sonra kamplaşma sorunu. Düşün ki bir dergi diğerini takip etmiyor bırak takip etmeyi varlığından bile haberi yok. Bu çok acı. Bir de üçüncü eksikliği söyleyeyim. Bu da iletişimsizliktir. Ben x dergisini takip ediyorsam ve yazı göndermişsem ya da illa yazı göndermem şart değil herhangi bir konuda yazmışsam bana mutlaka dönülmeli. Olumlu ya da olumsuz mutlaka bu olmalı. Maalesef hemen hemen hiçbir dergimizde bu yok. Yazık. Evet, bazılarına binlerce e-posta geliyordur doğrudur ama kusura bakmasınlar o zaman cesur olacaklar ve bana diyecekler “Biz e-posta koymuyoruz lütfen bizi anlayınız.” diye. Buna da saygı duymam ama hiç olmazsa adam zaten söylüyor derim. Hem dergi içine e-posta belirtip, yıllarca (abartı yok) dönmeyen dergilerimiz var.

Ama bir de şöyle bakmak gerekir ki özellikle günümüz şartlarında hâlâ basılı anlamda “edebiyat” dergisi çıkaran tüm dergileri yürekten tebrik etmek gerekir çünkü bu işten birkaç dergi dışında kimsenin para kazandığını düşünmüyorum. Her ne olursa olsun edebiyat dergileri benim başımın tacı gözümün nurudur. Hepsi iyi ki varlar. Hem sevdim hem dövdüm. Böyle bu iş.

Bir gün Orhan Pamuk gibi sadece yazmaya odaklanabilsen, yazmak keyifli olur mu? Yoksa zamansızlık içinde zaman yaratarak yazmak sana daha iyi mi geliyor?

Sadece yazı yazacağım bir hayatım olsun istemezdim. Bir kere düzenli bir işim olup az ya da çok kazancım olduğu için şükrediyorum. Ama şu da var bazen öyle anlar oluyor öyle zamanlarda yazma ihtiyacı hissediyorum ve o an öyle yazamayacak durumdayım ki bu beni kahretmiyor desem yalan söylerim.

Hiçbir zaman madden rahat bir hayatım olmadı, olacağını da zannetmiyorum. Yazı için özel olarak ayırdığım ve her gün düzenle uyguladığım bir kuralım yok. Gelirse ve benim o an bir mecburiyetim yoksa başımın tacıdır. Ama şunu isterdim. Kira derdim olmasın. Çatı katı bir evim olsun. Geniş bir balkonum olsun. Sabaha kadar okuma, yazma çalışayım. Sonra sabaha karşı yatıp 10.30 gibi kalkayım. Kahvaltımı yapayım. Sonra 13-19 arası para kazanacağım bir işim olsun. Ne bileyim, işin ne olacağını şu an bilemedim. Gerçekleşmesi çok zor değil mi? Ama olsun hayal etmek güzel.

Bir de şu var hafta içi belirli bir mesaide çalışmak çok kötü, bir de İstanbul’un trafik yoruculuğu ve başka işlerin falan, yazıya okumaya takat bulmak gerçekten zor. O yüzden bu işler aslında çok da keyifli değil be. Hem her insan gibi normal şartlar altında çalışıyor ve çevresel olumsuzlukları çekiyorsun. Üstüne millet işten çıkınca rahatlamak adına mesela gidip televizyon karşısına oturma hayali kurarken, sen şu kitap bitmedi, şu dergi yarım kaldı, bu öykü de öylece kaldı ha oysa kafamda neler var yazmam lazım diye kendini yiyip duruyorsun. Yani hayat mesaisi yoktur yazan adamın çünkü kendisi bile bilmez ne zaman neyi yaşayacağını.


En son, hangi…

…oyunu izledin? Kontrabas – İstanbul DT
…filmi izledin? Gloria
…kitabı okudun? Günler Ne Kadar Kısaldı – İsmail Özen
…albümü aldın/dinledin? Model – Levlâ’nın Hikâyesi
…sergiyi gezdin? Erol Akyavaş – Retrospektif – İstanbul Modern

Yorumlar