Neye Baktım Neyi Gördüm? (Pazartesi Yazıları 4: Tuhaf Bir Pazartesi Yazısı)

Artık her Pazartesi değil, "bazı" Pazartesiler karalamaya devam... Bu hafta ilk defa blogda konuk bir yazar var. Blog kardeşim, öykücü Onur Çalı beni kırmadı, bu hafta bir yazısını paylaştı. Kitapları burada, blogu ise burada. Kendisine çok teşekkür ediyorum.

***
“pazar günleri pazartesi alır beni”
Haftanın Sonu, Pinhani

Balkan göçmeniyiz biz. Ben burda doğdum, annem babam da öyle. Ama anneannem, allah rahmet eylesin, hele alzheimer’ı ilerledikçe oraları anlatır dururdu. Uzun saçlarım vardı o zaman derdi, ne güzel kilimler dokurdum derdi. Bir tanesi bizim evde hâlâ durur. Kırmızısı baskın, eski bir kilim.

Hastalığı ilerledikçe beni unutan anneannem bu halıyı unutmazdı, oraları unutmazdı. Çünkü oraların diliyle konuşurdu. Tamam, Türkçe konuşuyordu ama işte araya Sırpça sözcükler katarak. Katmasa da, Zeki Müren gibi konuşamazdı zaten Türkçe’yi. Pazarertesi derdi mesela. Nedense bunu hatırladım şimdi, bu yazı için oturduğumda. Doğrusu, anneannemin Pazarertesi deyişini hatırladım da oturdum yazmaya.

***


“Karşı çıkmak istediğim evler, koltuklar, halılar, müzikler, öğretmenler var. Karşı çıkmak istediğim kurallar var. Öfke içinde büyüyoruz. Oturduğumuz semte, sokağa, odalara, eşyalara, kış aylarında güçlükle ısıttığımız, eskimiş, ortası çukur pamuk yataklara öfke duyarak büyüyoruz. Yaşam yalnızca sokaklarda. Bir canlılık var sokaklarda. Güzel olan, gerçek olan, kentin insanları, kalabalık, dış dünya. Dış dünyanın insanın kulaklarına varan uğultusu.”

Böyle diyor Tezer Özlü.

Ama bizim sokaklarımızda ölüm var, zulüm var. Öfkemiz içimizde patlıyor sürekli. 1984’teki Doğruluk Bakanlığı iş başında. Neredeyse ölülerimizin topraktan tekrar çıkıp “Biz kendiliğimizden öldük, kimsenin suçu yok,” dediklerini söyleyecekler, resmi açıklamalarında. Sakince ve ciddi ciddi konuştukları resmi ve gayrı-insani açıklamalarında.


İletişim Yayınları’ndan çıkan Mutsuz Olmak diye bir kitap okudum geçenlerde. Bir dostum önermişti, vermişti. Kitapta depresyon ve melankoli de karşılaştırılıyor. Depresifler ve melankoliklerin farkları da anlatılıyor. Özellikle intihar konusundaki farklılıklarından sonra iyice anladım ki ben bir melankoliğim.

Kitaptan aklımda kalanlarla birlikte kafamda iyice netleşen şu: Bir melankolik olarak hissiyatım şudur: Hem bireysel hem de toplumsal anlamda, yani hem benim hem de benim dışımdaki herkes için geçerli olan bir şey var bence: Hiçbir şey olması gerektiği gibi değil, daha da kötüsü: hiçbir zaman olmadı ve olmayacak da!
İşte bunun verdiği huzursuzluk geçmez. Geçmeyecek.

Dağılmış pazar yerlerine benzeyen dünyamızda ve memleketimizde, en ufak zevklerimiz, heyecanlarımız bile lüks oluyor. Haram oluyor. Anlatmaya gerek var mı uzun uzun, hepimiz biliyoruz nedenlerini.

Bu sıralar dönüp dönüp dinlediğim bir türküdeki sözleri uyarlarsam: Elim tutmaz yazamam ki yazımı/vah bana bana bana.

Aslında, hepimize vah! Ama işte hayat, avuntusuz sürdürülebilir bir şey değil. Avuntu ve umut lazım. Benim, evrende bir toz zerresi bile olmayan benim, avuntum da yazmak. Okumak, yazmak.

***

Öyleyse devam. Pazartesi’ye dair bir şeyler yazacaksam, mutlaka Pazar da olmalı. Çünkü Tezer Özlü’nün anlattığı o memur evlerindeki Pazarlardan geçtim de büyüdüm ben. Şimdi otuz yaşımdayım. Hâlâ içim sıkılır Pazar akşamları.

Cumartesi günleri, hele ki mevsimlerden de yazsa, ne güzeldir oysa. Dışarı çıkarsınız, gerçek dünyaya, sokaklara ya da balkona; ılık, rahat bir hava vardır. Ne iş vardır ne ödev. Banyo günü değildir bir kere. Ütü günü değildir.

Pazar akşamı gelip çattığında ise, Pazar sabahı içinizde çöreklenmeye başlayan sıkıntı doruğa çıkar. Hayalleriniz, büyük büyük düşünceleriniz gelip ütü masasına toslar. Banyo, tıraş…tırnaklar kesilir. İş stresi başlar ya da okul. Haftasonunun hiç bitmeyecek gibi süren geniş rahatlığı daralır daralır, midenize oturur.

***

Dostlarıma, çok sevdiklerime muhakkak farklı bir hitapla seslenirim, anarım. Bir hacitom var mesela. İşte hacitomun tavsiyesi üzerine, yine ondan ödünç aldığım bir kitap okuyorum: Acayip Bir Başlangıç. Monika Maron’un Türkçe’deki ikinci kitabı. İyi ve güzel bir roman. Bir yerinde şöyle bir şey yazmış Monika Maron: “Takım elbise bir tür deli gömleği olarak görülüyordu, takım elbise giymek zorunda kalanlar tımarhanelikti, yani ya tutsak ya da budalaydı.”

Ve böylece Pazarertesine geliriz.

Evden çıkar çıkmaz sigara yakarız. Çünkü boynumuzdaki modern yularla hem tutsak hem de budala gibi hissederiz.

Sırf başka bir şey yapmayalım diye bizi iş yerlerine, okullara, kışlalara ve hastanelere topluyorlar. Bunu iliklerimize kadar hissederek öğleyi zor ederiz. Çay, sigara, sıkıntı derken minik bir dükkanda ev yemekleri yemeye gideriz.

İşte orada birdenbire, ansızın, hiç beklemezken, en ünlü ve bol yetişen mahsulü yalan olan dünyamızda gözlerimizin içine dosdoğru bakan bir gülümsemeyle karşılaşırız. Güneşli bir cumartesiye benzeyen bir gülüş. Pazartesi’yi unuturuz.

Hayat böyledir çünkü. Kara kırmızıdır.

Onur Çalı







Yorumlar

  1. Bahsi geçen kitaplar listemdeydi, şimdi ön sıalara oturdu, ellerine sağlık pek sevdim yazıyı...

    YanıtlaSil
  2. Takım elbise gerçekten deli işi :) o yüzden yıllardır sadece düğünlerde giyip delirmiş gibi oynuyorum :) hele bir de sizin gibi balkan göçmeni olduğumuzdan toplu psikoz yaşıyoruz düğünlerimizde :)

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Yorumunuz için teşekkür ederiz. Yazar tarafından yorumunuz onaylandıktan sonra yayımlanacaktır.

Thank you for your comment. It will be published upon approval by the author.